18 Yaşında Doğmak

Saatlerdir üzerinde çalıştığım makalenin son cümlesini yazarken elektrikle-rin kesilmesiyle okkalı bir küfür salladım. İki sayfalık makalem elektriklerle birlikte karanlığa karıştı. Bir sigara yaktım, el salladım.
Sigaranın ateşiyle aydınlanan burnumun ucunu seyrettim bir süre. Hayatımı anlatan bir filmde olsaydım, elimdeki sigara mozaiklenirdi. Güldüm. Ben anlatsam, bırakın roman olmayı, Cin Ali kitabı bile çıkmaz.
Bir süre hayatımı anlatan filmdeki gösterişi düşündüm. Döşenen zümrütleri, yakut işlemeli perdeleri hayal ederken aniden gelen elektrik bir tokat gibi yüzüme çarptı. Manzara felaketti. Çıkarıldığı gibi etrafa fırlatılan kıyafetler, alış veriş torbaları, yatak odamda ne işi olduğunu anlayamadığım kirli tabaklar…
Herkes gibi, kendimi sadeliği sevdiğime ikna etmeye çalışıyorum, fakat bu kocaman bir yalan. Hayatımda gösterişe yer yok. Böyle dediğim için yanlış anlamayın beni, ben de isterdim şatafatlı bir hayat. Lakin düşük tirajlı bir gazetenin gündem yazılarını yazmak zor ama ucuz bir iştir.
Makalemin kuş olup uçmasıyla birlikte yeniden yazmak isteğim de kanatlanıp gitti. Arkama yaslandım. Başıma yapışan baş ağrısı, birkaç gündür yaşadıklarımın mirası olarak hep benimle mi olacak merak ettim. Aslında bu saatte rahatlamak için yapabileceğim en mantıklı iş psikologumu aramaktı. Tabii önce bir psikologum olmalıydı.
Beynimin dolduğunu hissettim. Rahatlamak, konuşmak, olanları yazmak istiyordum. Tek çareydi sanırım yazmak. Küçüklüğümden beri olduğu gibi, yine tek başımaydım kalemimle, sözcüklerle…

Kiraz zamanı Amasya’nın bir köyünde, güneş tam tepedeyken dünyaya gelmişim. Üç çocuklu bir ailenin dördüncü kızı olarak doğmam pek de bayram havası yaratmamış evimizde. Ailem ismimi ‘bakmamız gereken bir çocuk daha’ koymayı düşünmüş. Doğa ana ise en derin duygularıyla acımış bana. Gözyaşları camı ıslatmış, kimse ne anlatmak istediğini anlamamış. Hayatımın ilk yedi yılında yaşadığım en olumlu gelişme ismimin ‘bakmamız gereken bir çocuk daha’ değil, Didem konmasıydı.
Evde anne, babam ve ablalarımdan sevgi görmezdim. Hayatın bezdirmişliği  vardı ü-zerlerinde. Varlığımla yokluğum birdi onlar için. Ben sadece bir yüktüm. Ekmek düşmanıydı adım. Henüz üç yaşındayken bana kaldıramayacağım yükler verilirdi. Çeşmeden şu taşımak, güneşin alnında kargaları kovalamak, anneme ekmek pişirirken yardım etmek… Bir keresinde fırına giderken araba çarpacağı için dövmüştü beni babam. Benim haberim var mıymış unun fiyatından, diye.
Çocukluğuma dair hatırladığım en eski olay bir sokakta geçiyor. Henüz üç yaşındaydım ve mahalledeki çocuklarla oyun oynuyorduk. Benden iki yaş büyük ikiz  ablalarım ve sekiz yaşındaki ablam da vardı; ama bana yabancı bir çocuğa ettikleri   kadar bile dikkat etmiyorlardı. Üstüm başım kir pas içindeydi. Annemin balkondan bağıran kızgın sesini duydum ve eve çıktım. Üstümü o kadar kirlettiğim için iki tokat attı ve beni  ekmek almaya yolladı. Geldiğimde yorgunluktan uyuya kalmıştım. Uyandığımdaysa  yemek saati çoktan geçmişti ve kimse bana yemek vermedi. Açtım.
Maalesef o günden sonra yaşadığım her anı hatırlıyorum. Altı yaşıma geldiğimde anneme okula gidip gitmeyeceğimi sordum. Cevap vermedi. Akşam annem ve babamın  okulumla ilgili kavgasını dinleyerek uyudum. Annem en azından köy okulunda okuma yazma öğrenmem gerektiğini söylüyordu, babamsa benimle uğraşamayacağını… Sabah annemin beni erkenden kaldırıp çocuk esirgeme kurumuna götürmesiyle, akşam ki kavganın bir sonuca bağlandığını anladım. Nasıl bu kadar kolay tamamlandı resmi işlemler, anlayamadım. Beş dakika sonra annem ‘’Belki hiç söylemedim sana, ama seni hep sevdim kızım. Baban yüzünden oldu tüm bunlar. Özür dileyemem senden. Beni affetsen de içim rahat olamaz. Benden nefret etmemeye çalış, olur mu? İleride  beni anlayacaksın demeyeceğim. Böyle bir şeyin affı olmaz. Görüşeceğiz kızım.  Görüşeceğiz tekrar…’’dedi ve gitti.
O günden sonra bir daha görüşmedik. Haber dahi almadım. Almak istemedim. Annemin yıllarca gösterdiği sert yüzünün altından beş dakikada çıkan ‘’Seni seviyorum kızım.’’ sözü her şeyi yumuşatmıştı. Ama biliyorum, o öyle şefkatli biri değil. Kendini öyle olduğuna ikna etmeye çalışıyordu. Onu tekrar görsem sihir bozulurdu. Çocuk aklımla inanmıştım samimi olduğuna, ama şimdi ondan da emin olamıyorum. Ailemden bana kalan tek şey, yıllar sonra onlardan bahsedilince gizlemeye çalıştığım gözyaşlarımdır…
Devlet baba kavramı benim için gerçekti. Kocaman bir odaya doluşan büyüklü-küçüklü çocuklar öz kardeşlerimden daha kardeşti. En asık suratlı bakıcılar daha anne…Keşke sizlere mutsuz olan tek çocuğun ben olduğumu söyleyebilseydim. Keşke aile şefkatine o kadar da ihtiyacımız olmadığını, yaşadığım o kötü günleri bile özlemeyip söyleyebilseydim. Gerçekler ise öyle değil. Hepimiz yoksunduk bir şeylerden. İstenmemenin, hayata yenik başlamanın ezikliği vardı. Ben o ortamı yaşayarak, altı yaşımda büyüdüm.

Gözlerimden süzülen yaşları telefonuma gelen mesajın beni bugüne döndürme-siyle fark ettim. Aslı’dan mesaj vardı. Şaşırdım. En son benim ruhsal sağlığımın ye-rinde olmadığını, kendime zarar bile verebileceğimi söyleyip kapıyı çarpıp çıkmıştı. Hayatımda ilk defa bir kızdan sevgili tribi işitmek beni oldukça güldürmüştü. Şimdiyse asıl problemin kendisi olduğunu ispatlayarak mesaj atmış. Canı sıkılmış, alışverişe çıkmayı teklif ediyor. Kahve de içermişiz.
Bu parasızlıkta bedava kahve lafı keyfimi yerine getirdi. Hazırlandım, yani dolabın içerisindeki kıyafet yığınından temiz pantolon ve tişört seçtim. Dana yavrusunu arasa bulamaz. Bir ara dünyayı kurtarma içerikli makalelerden başımı kaldırıp odamı ev arkadaşım Aslı’nın şerrinden korumalıyım.
Buluşacağımız yere yaklaşırken Aslı’yı gördüm. Her zamanki gibi çok şıktı. Dizlerine uzanan kırmızı elbisesi, siyah ceketi ve topuklu ayakkabılarıyla her an çağırılacağı toplantıya gitmeye hazır görünüyordu. Ellerini dalgalı saçlarının arasında gezdiriyor, bir yandan da toka arıyordu. O sırada arkasından sessizce yaklaştım ve aniden;
—    Selam! dedim.
—    Ay Didem. Ödümü patlattın. Hastasın kızım sen. İnanmıyorsun bana.
—    Abartma Aslı, alt tarafı bir şaka yaptım. Ee, ne zaman kahve içiyoruz?
—    Yuh artık, ben sana ne diyeyim, söylediğim onca şey arasından kahveyi mi anladın sadece? Önce elbise bakacağız sana. Çapulcu gibi gezmeyi bırak. Hem yakında nişanım var benim. Bir şeyler alalım ikimize de.
Fakat Aslı’da insaf ne arar! Zavallı bütçemi alışveriş merkezlerinde çökertmekten ve sonrada kendini kahveyle affettirmekten benim anlayamadığım garip bir haz du-yuyor. Nerede, ne zaman giyeceğimi bilemediğim onlarca kıyafetin poşetini taşıyarak kahve içmeye gittik. O nişan hazırlıklarını anlatıyordu, bense pastamı yiyor, kahvemin tadını çıkarıyordum. Kendimi çocuğu gibi hissediyorum onun yanında. Çocuk saflığıyla mutlu oluyorum onunlayken. Kendimi onun yanında kendim gibi hissediyorum. Oraya aitmişim gibi…
Pastalarımızı afiyetle midemize indirip market alışverişimizi yaptıktan sonra eve döndük. Utanmasam tıka basa dolu olan buzdolabının fotoğrafını çeker odama asardım. Bazen Aslı’nın avukat maaşıyla o kadar bolluk içinde yaşayamayacağını düşünüyorum. Acaba benden habersiz ek iş mi yapıyor? Bunu bir ara araştırmalıyım. Ama şu an daha önemli işlerim var.
Kendime büyük bir bardak sıcak çikolata hazırlayıp odama çekildim. Dışarıdaki sağanak yağmuru izleyip acele bir makale yazdım. Üç kuruş maaşım var, kesinti yapılırsa kuru ekmeğe tav olurum.
Birkaç saatimi alan sıcak çikolata içme seansından sonra Aslı odama daldı.
—    Didem yemeğe gidiyorum ben. Mert gelecek. Bize katılsana.
—    Nişanlınla arana ne demeye gireyim? Git sen. Ben kendim yerim bir şeyler.
—    Peki madem.
Aslı evden çıktıktan sonra ben de yakınlardaki küçük bir kafeye hava almak için gittim. İnsanlar her zamanki gibiydi. Bir çocuk ağladı, bir çay kaşığı yere düştü, birkaç damla kahve yere döküldü ve ben içeriye girdim. Herkes söz birliği etmişçesine masaları tıka basa doldurmuştu. Ağlayan bebek sesini kestiği sırada biri-nin bana seslendiğini duydum. Bir masada gazeteden bir arkadaş tek başına oturu-yordu. Yanına gittim.
—    Merhaba Önder. Bu insanlara da bugün ne olmuş anlamıyorum. Her zaman boş olan bu yerde bile yer bulunmuyor bugün.
—    Sakin ol Didem. Bak yerin hazır senin.
     Güldü.
—    Sen olmasaydın Cumhuriyet Meydanı’na üşüşen martılara dönecektim. Atılan simitin peşinde koşan, ama havada kapılan susamları değil, havayı içine çeken martılar gibi… Boş kafede masa aranarak kendi etrafımda dönmek, dünya taklidi yapmak hobim değildir.
—    Ama ben varım.
Söyledikleri sadece üç kelimeden ibaret değildi. Karmaşık anlamları olan, kapıları açıp kapatabilecek güçte kelimelerdi. İleride karşıma, hayatımda iz bırakmak üzere çıkacaklardı.
Gülümsedi gözlerimin içine bakarak. Tebessüm ettim ve menüye odaklandım. Siparişlerimi verdikten sonra gazeteden konuşmaya başladık. Gayet uzun süren bu konu süresinde yemeğimi bitirmiştim.
— Seni eve bırakayım, hava soğuk üşüme.
— Gazetecileri bilirsin, soğuğa alışığım.
— Emin olmak istiyorum.
— Eğer için rahat edecekse gidelim.
Yol boyunca kendinden bahsetti. Çocukluğundan, ailesinden... Rahat bir çocukluk geçirmiş. Evin tek oğlu olması istediği her şeyi elde etme imkanı sunmuş ona. Ama şımarık bir çocuk  olmamış. Baba parasına bel bağlayıp okumayanlardan değil. Hatta sadece kendi maaşıyla geçindiğini, ailesinden tek kuruş yardım almadığını söyledi.
Kendini ekonomik açıdan bağımlı hissetmek istemiyormuş. O anlatırken birkaç gündür ilk defa canım sıkılmadı. İlk defa, ben de anlatmak istedim; fakat eve gelmiştik ve istemeyerek veda ettim. Yatağıma uzandım, tavanı seyretmeye başladım. Sıvadaki kusurlar sinirimi bozdu. Biyografimi yazmaya devam ettim.
Yurttaki sessiz, sakin ve benim gibi sorunlu çocuklarla olan yaşantıma alışmaya başladığım sırada, beni evlat edinmeye gelecek olan bir çiftten bahsetti bakıcılar. Hazırladılar, paketlediler ve aile adayımı beklemek üzere oyun odasına gönderdiler.
Kapıya doğru yaklaşan ayak seslerinin anlamını biliyordum. Yeni ailemdi bana adım adım yaklaşan. En sonunda kapı açıldı ve onları gördüm. Filmlerdeki gibi muhteşemdi her şey. Ve bir o kadar da sıra dışı. Siyah, şık bir takım elbise giymiş baba adayım bir hayli yakışıklıydı. Uzun siyah saçları beline kadar uzanan, siyah deri pantolon ve şık bir tişört giyen annemse tek kelimeyle destansıydı. Eski ailemle kıyaslanamazlardı bile. Doğrusunu söylemek gerekirse, öyle karakterleri sadece  filmlerde görürdüm. Onlar biraz gizemliydi.
Kendimi tanrının huzuruna çıkarılmış insanlar kadar aciz ve ürkek hissettim yanıma geldiklerinde. Sesleri en kuytu bahçelerin en gizemli köşelerinden geliyordu. Büyülü ses diye bir şey varsa, ona sadece yeni ailem sahip olabilir. Benim hayran bakışlarımı gören annem gülümsemekle yetindi. Babamsa konuşmaya ilk başlayan taraf oldu.
— Merhaba Didem.
— Merhaba. Adımı biliyorsunuz.
— Tabii ki biliyoruz. Biz senin yeni aileniz. Birlikte çok güzel günlerimiz olacak. Ah, biz kendimizi tanıtmadık. Ben baban Ertan ve bu güzel hanım annen Aygül. Ama anne baba demek zorunda değilsin.
Gülümsedi.
— Hayır, sorun değil benim için.
     Annemin sesini ilk defa bu sırada duydum.
— Merhaba tatlım. Nasılsın?
— Ben iyiyim.
     Bakıcımın her oyuna maydanoz olan sesi burada da kendini belli etti.
— Çok heyecanlı. Ee, kolay değil. Bu hapishane gibi yerde yaşıyordu aylardır.               
Malikanenize ayak uydurması zaman alacaktır. Neyse, daha konuşacak çok şeyiniz var. İşlemler tamamlandı, gidebilirsiniz.
Annemin bana doğru uzanan elini tuttum, bakıcıya son kez baktım. Babam bavulumu aldı ve hastalıklı düşüncelerin anası olan o yurttan, bir daha geri dönmemek üzere ayrıldım.
Hayatımı etkileyen mekanlardan her ayrılışım, bir daha geri dönmemek üzere olu-yordu.
Tam da burada kalemimin ucu kırıldı ve Aslı mükemmel zamanlamasıyla kapıyı çaldı. Bu aynı zamanda geç olan saatin bir uyarısıydı. Hatıralarımı yanıma aldım, saçlarını okşayarak uykuya daldım.
***
Sabah uyandığımda Aslı’yı en ciddi kıyafetleriyle bir duruşmaya gitmek                üzereyken budum. O gitti ve ben de yarın yayınlanacak yazımı gazetede yazmaya karar verdim.
Bıktım artık hiçbir şey olmamış gibi davranmaktan. Her şey normalmiş gibi eğlencelik yazılar yazmaktan... Ya düzelsin her şey, ya da bitsin sonsuza kadar. Geri istiyorum pembe puantiyeli çocuk kanatlarımı... Yirmi yaşında, yirmi birinci yüzyıl hayalleriyle yaşayamam artık.
Gazeteye giderken, bir fırından poğaça aldım. Sıcacık, fırından yeni çıkmışlardı demek isterdim ama sanırım dünden kalmıştı. Yinede, bu poğaçanın bile yorucu bir sabahlamadan sonra sıcak poğaça etkisi yaptığını tecrübelerimle öğrendim.
Gazete olağan havasındaydı. Kimse yarın gazetede çıkacak curcunayı, cehenneme dönecek koridorları, tüm bunlara sebebiyet verecek olan beni umursamıyordu. Bunu, yazılarının getirdiği gereksiz ciddiyete verdim ve masama oturdum.
Bir süre bilgisayar ekranının beyaz sayfasına baktım. Anlatmaya karar verdim. Ben kolay bir çocukluk geçirmedim ve artık kendim de saklamak istemiyorum kalbimin kangren olan kısmını. Biyografimi açtım ve altına yazmaya devam ettim.
Bir ailenin olmasının her zaman iyi bir şey olmadığını yurttan ayrıldığım ilk gün anladım.
Yeni evime gittim. Bana odamı gösterdiler. Oyuncaklarla oynamamı, yemeğe  çağrılmadan dışarı çıkmamamı söylediler. Yedi yaşındaydım ve nefret ettiğim tek şey yalnız kalmaktı. Ama yurda geri dönmekten, hiçbir şeyden korkmadığım kadar korktuğum için kabul ettim. Yumuşacık yatağıma yattım ve uyudum.
Beni uyandıran şey içeriden gelen gürültülerdi. Yemeğe kadar dışarı çıkmama yasağımı unutarak annemlerin yanına gittim. Odada annem ve babam dışından ciddi görünümlü üç kişi daha vardı. Babam içlerinden birisine çok sert bir şekilde vurdu ve yere düşmesine sebep oldu. Hararetli bir tartışmanın  tam ortasındaydım ve annemin bakışlarından bu yaptığımdan hiç memnun olmadıkları anlaşılıyordu.
Odada  bana odaklanan bakışlara aldırmıyordum. Gözlerim hareketsizce bana bakan anneme odaklanmıştı. Yanıma geldi. ‘’Sana ne demiştim ben?’’ dedi ifadesiz bir ses tonuyla. Cevap veremedim. Suçluydum. ‘’Odana git ve ben söyleyene kadar çıkma.’’ dedi. Nasıl çıkabilirdim ki bu sözlerden sonra?
O gün, yıllarımın böyle geçeceğini düşünememiştim. Okula başladığımda, yaşadığımız yerdeki tam gün eğitim veren tek okula başladım. Akşam eve geldiğimde odama gönderilirdim. Televizyonum odamdaydı. Çizgi filmlerimi burada izlerdim. Ödevlerimi yapar, yemek vakti ailemle sahte sohbetler ederdim. Bunun dışında hiçbir paylaşımımız yoktu. Her gün birkaç kişi evimize gelir, ailemle uzun sohbetler ederdi. Sık sık şehir değiştirir, gerçek bir hayatımız olduğuna kendimizi inandırmaya çalışırdık.
Ergenlik çağıma kadar, arkadaşlarımın ailelerine hiç benzemeyen ailemi, lüks içinde geçen ve tuhaflıklarla dolu olan hayatımı sorgulamadım. Bana kapıyı hizmetçile-rin açmasının nedenini, ailece tuhaf mekanlarda garip kimselerle yemek yememize kafa yormadım... Beni kullanmalarının bedelini, küçük yaşta cüzdanıma koydukları kredi kartımla ödediklerini yıllar sonra babamın ağzından öğrendim. Bazı gerçekleri öğrenmek kolay olmuyordu.
Bu yazıyı yazarken başıma ağrılar giriyordu. Kalemi bıraktım, Yan masadaki Önder’e baktım. Göz göze geldik. Konuşmaya başlayan o oldu.
— Düşünceli görünüyorsun, neler geçiyor aklından?
— Sıcak çikolata olsaydı da içseydik. İçimiz ısınırdı. Eve giderken kakao alayım da evde yapayım bari.
Gülümsedi.
— Yanılıyorsun, sıcak çikolata yapımı mutfakta başlamaz. Üşümek gerekir önce. Soğuk gecede hissizleşene kadar yürümeli insan rüzgara inat. Kakao kokusunu takip ederek bulmalı dükkanı... Mutfak en son aşamadır. Anca böyle ısıtabilir seni sıcak çikolata. Diğer türlü, kof köpüktür o.
İnanamayarak baktım Önder’e. Hep söylerler, bu çağda böyle romantik, ince zevkli insanlar yok diye. Yanılmışlar.
— Sanırım benim ruhum seninki kadar genç değil. Markette reyonların arasında gezinip sıcak çikolata paketiyle göz göze gelmek de anlattığın kadar duygusal olmasa da, mutluluktan gözlerimin yaşarmasına yetiyor.
— Hadi ama Didem. Sen bu değilsin.
     Biyografime baktım.
— Haklısın. Sanırım değilim.
***
Ergenlik dönemim sosyal aktivitelere katılmakla geçti. Evden ne kadar uzak olursam o kadar iyiydi herkes için. Saatlerimi şehir konservatuarında flüt dersleri alarak, alıştırmalar yaparak geçiriyordum. Benim için gerçek olan iki şey vardı; miyavlayan yalnızlığım, diyaframımı patlatsa bile, yan flütüm.
Kendimi bir tek flüt çaldığım zamanlarda kendim gibi hissederdim. Gelecek günlere dair umutlarımı canlı tutan kuru dallardı notalar. Parmağımın bastığı her tuş daha fazla yaklaştırıyordu beni, içimdeki bene. İstisnai bir çocukluk yaşamam, bir tek o zaman o kadar da büyük olmayan bir sorun gibi görünüyordu.Dünyamın birden kararması ise, benim için çok önemli bir konser sonrasında olmuştu. Ondan sonra, hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Yaşlanıyordum, hissediyordum.
Her gece rüyamda o günü tekrar yaşıyorum. Ben sahnede kendimi unutmuşken, polisler konseri durduruyor. Annemle babam aranıyor, üzerlerinden ciddi miktarda uyuşturucu çıkıyor. Gecenin geri kalanı uyuşturucu testleri, sorgular ve nezarethane üçgeninde geçiyor. Sordukları her soru benden bir şeyleri geri vermemek üzere götürüyor. İşte o zaman, kapana kısıldığımı gerçek anlamda hissediyorum..
On yedi yaşında bir kız için, ailesinin uyuşturucu satıp kullandığını, saf yerine konulduğunu, aldatıldığını, iyi aile imajı için evlat edindiklerini, kullanıldığını öğrenmek elbette ağır bir travma. Nasıl fark edemediğime şaşırmamak gerek, satış yapmak dışındaki tek amaçları beni evden uzak tutmaktı.
O iğrenç gerçekleri babam ve  annemle bir hücreye kapatılmışken öğrendim. Bağırdım, ağladım, kendimi yerlere attım. Babama yetmemişti bu vurgunu yemem, canımı yakacak her şeyi sıralamıştı. Beni apartmanlara daha rahat girebilmek için evlat edinmişler. Hiç sevmemişler, hep ayak bağı olmuşum. Kimi zaman farkında olmadan işlerini mahvetmişim. Zararım çok, yararım yokmuş. Annemse susuyor, donuk yüz ifadesi sabitliğini koruyordu. Bir köşede sessizce ağlarken uyuyakaldım. Uyanmam, bu kabusu bitirmeye yetmemişti.
Ertesi sabah annem ve babamla nöbetçi mahkemeye sevk edilip asıl duruşmayı beklemek üzere koğuşlara gönderildik. On sekiz yaşımı doldurmadığım için çocuklar koğuşuna gönderildim ve aile bildiğim o insanlardan uzaklaştım. Bu uzaklık üç ay sürmüştü. Doğum günüme kadar…
Yalnız kaldığım süre boyunca doğum günümü beklemiştim hep. Onlardan kurtulacağım, tüm geçmişimden kurtulacağım o gün, kurtuluş günümdü. Defalarca bir ‘son’ konuşma yapmıştım kafamda. O gün geldiğindeyse her şeyin planlandığı gibi olmadığını bir kez daha fark etmiştim.
Bir görüşme ayarlamam kolay oldu. Zor olan görüşmekti. Filmlerdeki gibi bir sanık bekleme odasında gelmelerini bekledim. Kısa bir zaman sonra karşılıklı oturuyorduk. Bu işkencenin hemen bitmesini umarak lafa girdim.
— Nasılsınız?
— İyiyiz. Seni özledik. Dedi annem. İyi bir yalancı olduğunu bildiğimin farkındaydı.
— Bugün doğum günüm.
— Artık velayetin bizde değil. Dedi babam sevincini bastırmaya çalışarak.
— Evet. Dedim. Şuradan bir çıkabilsem, taşınacağım.
— Taşınmana gerek yok. Bizim buradan çıkmamız biraz zor olacak gibi görünüyor.
— Yeni bir hayat istiyorum. Çevre değiştirmeliyim.
    Güldü babam.
— Hayatını kaçıncı değiştirişin bu?
    Gülmedim. Ayağa kalktım.
— Hoşça kalın, dedim.
     Annem sarıldı. Elime bir kağıt tutuşturdu.
— Doğum günün kutlu olsun.
Nöbetçi, görüşmenin bittiğini söyledi ve onları götürdü. Haklıydı, görüşme bitmişti.          
Geriye elinde bir mektup ve gözleri dolu dolu bakan ben kaldım. Mektubu açtım ve aynada, yüzümün  renginin birkaç ton açıldığına şahit oldum.
Didem,
Bu sana yazdığım ilk mektup. Son, aynı zamanda. Bugün doğum günün. Bağımsız bir birey olarak geleceksin birazdan yanımıza. Bizden tamamen bağımsız ve kopmaya  hazır, öfkeli bir birey olarak… Bunu anlıyorum.
Sana olan sevgimi son davranışlarımla ölçmen beni üzer. Bu gerçek bir ölçüt değil   çünkü. Evet, babanın söyledikleri karşısında sessiz kaldım. Aksini iddia edemedim. Ama onaylamadım da. Şoktaydım. Bunları öğrenmenin şokunda… Biliyordum bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını... Bir daha annen olarak görmeyecektin. Nitekim, öyle oldu.
Neler düşündüğünü tahmin edebiliyorum. Baban konusunda haklısın, seni hiçbir zaman kızı gibi sevmedi ve şu an sana sebebini kendisi bile bilmediği halde kin besliyor. Ama ben sevdim. Çocuk sevgisini sende tattım. Seni evlat edinme amacımız aile ortamlarına gi-rerken göze batmamaktı evet, ama sonra fikrim değişti. Bırakmak istedim bu işi. Normal bir yaşamım, normal bir yaşamın olsun istedim. Ama babanla kavga ettik. Gruptan kopmanın imkansız olduğunu söyledi. İçim kan ağlayarak sana karşı planladığımız oyunu oynadım ve işte bugün buradayız. Sonucunun böyle olacağını biliyordum. Ama bazen, bazı şeyleri bildiğin halde yaparsın. Sevdiklerin için, kızının mutlu olabilmesi için…
Biliyorum başaramadım. Ama seni temin ederim ki, bir daha karşına çıkmayacağız. Birkaç gün sonra buradan çıkacaksın. Banka hesap numaralarımız sana verilecek. Rahatsız da etmezler artık seni. Baban da engel olamaz artık ne sana, ne bana. Unut her şeyi. Beni de… Sen on sekiz yaşında doğdun, unutma.
Aygül
Ne olduğunu anlamamış halde kalakalmıştım. Gardiyan beni götürmek üzere kapıyı açtığında bir el ateş edildiğini duydum. Ardından bir el daha ve ölüm sessizliği…
Ne yanıma gelenlerin söylediklerini duyuyordum, ne de beni engellemeye çalışan nöbetçileri hissediyordum… Sadece, sesin geldiği yöne gittim. Babamı gördüm önce. Gözleri açıktı, başından akan kan koridora yayılıyordu. Annem tam yanında yere yığılmıştı. Silah onun elindeydi.
Sanki, gözleri bana bakıyordu. Mutluydu. Hayatında onu mutlu eden tek şey  ölümüydü. Sonumun böyle olacağını biliyordum. Arkamı döndüm ve yatakhaneye yürüdüm. Yatağıma uzanıp tavanı seyrettiğim üç saatin sonunda geleceğimin rotası belliydi. Yapacaklarım, yapılacaklar, netti artık. Bir amacım vardı.
Yapabileceğim tek şeyi yaptım ve uyudum. Uyumak kolaydı, kaçıştı. Uyanmaksa, ilk defa acı vermiyordu.
Beni uyandıran koğuş arkadaşlarım oldu. Dışarıda beni bekleyen birinin olduğunu, tahliyemin gerçekleştiğini söylediler. Şaşırmadım. Bekliyordum.
İşlemler tamamlandı, eşyalarımı topladım, koğuştakilerle vedalaştım ve üç saat içinde oradan ayrıldım. Beni almaya annemin arkadaşı olduğunu söyleyen birisi geldi. Benim yaşlarımda bir beydi. İsmi Murat. Bir yere bir şeyler yemek için oturduk ve annemden konuştuk.
— Neden intihar ettiği hakkında bir bilgin var mı? Daha önceden biliyor muydun?
— Ölmeden birkaç gün önce konuştuk onunla. Planlarından bahsetti. Babanı öldürmesi,  sana bulaşmaması için oldu. Kendisi ise bu utançla yaşayamayacağını düşünüyordu.
Banka hesapları, hisseler, hepsi bu dosyanın içinde, aklına takılan bir nokta olursa bana danışırsın. Bu da numaram. Annen seni bana emanet etti.
Banka hesapları oldukça kabarıktı. Kazandıkları parayı harcamamaya inat etsem de başka şansım yoktu. Üniversite sınavına hazırlanıyordum. Hangi bölüm olursa giderim düşüncesi vardı. Gazeteciliği kazandım. Hayatım bir düzene girdi. İş bulmam Murat saye-sinde oldu. Tanıdık bir gazeteymiş şu an çalıştığım yer. Kontrol altındayım. Düzenli olarak patronumdan rapor aldığına eminim. Rahatsız etmiyor ama bu durum beni.
                                                                                                            Samsun/2010

Yazımı tamamlayıp yarınki baskıya gönderdim. Eve döndüm ve ne kadar tepki alacağımı düşünmeye başladım.
***
Meşgul meşgul yarın olacakları düşünürken Aslı aceleyle geldi.
— Didem iki saat sonra nişan törenim var. Çabuk, yardım etmelisin bana.
— Çok şakacısın.
— Şaka değil, arkadaşlar arasında bir nişan. Öğle yemeğinde karar verdik.
— Öğle yemeğinde olmaz bu işler. En az bir hafta lazım.
— Didem restorant kiralandı ne yapabilirim? Haydi kalk.
Akşama kadar koştura koştura nişana hazırlandık. Partinin verileceği restorantta yerlerimizi aldık ve yemeğimizi yemeye başladık. Davetliler arasında Önder de vardı. Bir aralık orkestrayı susturdu. Mert ve Aslı piste çıktı. Önder, piste beni de davet etti. Aile büyükleri Mert ve Aslı’nın nişan yüzüklerini takarken, Önder’in yanımda diz çöktüğünü gördüm.
— Benimle evlenir misin?
Nereden çıktı bu teklif, sırası mıydı, bilmiyorum. Neden kabul ettim bilmiyorum.
Ama o anda tam sırasıydı ve söylenecek tek cevap ‘’Evet.’’ ti. Önder’e sarıldığımda Murat’ın arkadaki yüzünü gördüm. Gülümseyerek elinde yarının gazetesini tutuyordu. Düğüm, çözülmüştü. Her şeyi ayarladığı gibi, bu evlilikte Murat’ın kontrolü altındaydı.
Geçmişimle de mutlu olabileceğimi öğrendim o gece. Öz ailemi unuttuğumu, anne ve babamın ölümüne gerçekten üzüldüğümü fark ettim. Özgürleşmenin yüzleşmekle aynı anlama geldiği gündü benim için o gün. Kafesimin anahtarını kendi başıma aldım ve kendi başıma açtım kilidi. Kimse olmadan. Ben olarak… Didem olarak…
Hayatının bir özetini geç deseler, olduğu gibi anlatırım. Acemi bir hikayecinin kaleminden çıkmış gibi her şey. Başlangıçta her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş. Sanki detaylıca planlarken, çekeceğim acıları düşünüp mutlu olmuş hayatımın acemi hikayecisi. Mutlu sonu ise okuyucu memnuniyeti için, bana sadaka niyetine serpiştirmiş sonuna. Belki de üzerinde durmayarak bir son yazmasının ne-deni yaşadığım onca şeyden sonra, mutlu sonumu kendimin yazmasına izin vermesidir. Kim bilir. Bilinen tek şey, asla çok satanlarda yer alamayacak bir öyküm, on sekiz yaşında başlayan bir hayatım var.

Yazar: "Didem ÖZAY - Samsun İbrahim Tanrıverdi Sosyal Bilimler Lisesi"

Yorum Yap