Çaputtan Düşler

“Sessizce akıyordu başta ırmak. Sakin, umarsızca… Dökülen her bir damla ayrı şükrediyordu tanrısına. Tüm damlalar ayrı ayrı itaat ediyordu adeta.
Birden sessizlik bozuldu. Kabardı su aniden; başladı çağlamaya. İlk kanı düştü günün ırmağa. Ve İzi; yine aldı alacağını insanlıktan…
Karaağacın gölgesinde başlamıştı her şey. İki ayrı kalp, iki ayrı düş…
İki ayrı yaşamdı sadece onları birbirinden ayıran.
 Kalan hepsi aynıydı sanki. Aynı güneş doğuyordu her gün ikisinin de çaputtan düşlerinin üstüne.   
Şimdi ikisi de güneşin apayrı düşlerini aydınlatması için buradalardı.
Zeynep çok severdi okumayı. Ne zaman, nerede yazılı bir kağıt parçası bulsa hemen yapışırdı; okumaya çalışırdı. Çok korkutuyordu onu, unutmak; dedesinin öğrettiği tek tük harfin de uçup gitmesi çok korkutuyordu onu. Dedesi Ayan Dede epey eskilerindendi köyün; kimileri vardı ki ilk köye yerleşenlerin başını çektiğini iddia ederlerdi Ayan Dede’nin. Zeynep’in arası pek bir iyiydi dedesiyle. Babaannesinden sonra belki de en çok onu severdi. Okumak gibi daha birçok şeyi de ondan öğrenmişti, çok şey dinlemişti dedesinden.
Aslı’yı dedesinden çok sonra tanımıştı; daha çok yeniydi arkadaşlıkları. Aralarındaki onlarca farklılığa rağmen çok yakın hissediyordu onu kendine. Her şeyden önce şehirliydi Aslı. Çok yer gezmişti; Zeynep’ten çok daha fazla yer bilirdi. Toprak nerde nasıl kokar o şahitti her şeyden önce. Her yerde farklı tat almıştı kuşların cıvıltısından Aslı.
Aslı da severdi okumayı Zeynep kadar. Onun daha başka bir tutkusu vardı bilmeye, öğrenmeye, görmeye… Severdi yeni insanlar tanımayı ama öyle pek kolay arkadaş olamazdı herkesle. Ve şimdi güneş şahitti onların arkadaşlıklarına… Rüzgar sustu; toprak bile onları dinledi o an:
-Babaannemden öğrenmiştim ben ağaca nasıl çaput bağlandığını, peki ya sen?
-Benim babaannem de hep anlatırdı neler dilediğini, nasıl yaptığını. Sözü vardı bana da öğretecekti ama ömrü yetmedi biçarenin. Zaten yetseydi de fark etmezdi; buralara gelebilecek hali yoktu son zamanlarda. Eğer öğretebilseydi, başta onun iyileşmesini dileyecektim. Ama kader işte! Bana annemden öğrenmek nasip olabildi ancak. Gelişlerinden birinde tutturdum ben de geleceğim diye. O da kabul etti gösterdi bir bir. Böylece ben de bağlamış oldum ilk çaputumu.
-O zaman babaannen içindir yine ilk dileğin? Ne de olsa ahtın vardı ona değil mi?
-Tam olarak öyle değil ama onun da istediği bir şeydi dileğim. Büyük ihtimalle o da her seferinde aynı şey için çaput bağlıyordu.
-Pek söylemek niyetinde değilsin sanırım, varsın olsun. Önemli olan gerçekleşmesi değil mi illa ki öğreniriz bir gün.
-Benimki boş hayaller kurmaktan öte hiçbir şey değil inan. Beni boş ver de sen ne diledin bakalım?
-O da benim sırrım olsun bir süreliğine. Bakarsın benim dileğim ikimizi de güldürür ha ne dersin?
-Belki de…
-Hadi neyse oyalanmayalım da bir an önce gidelim. Hava kararmak üzere, güneş battı batacak.
-…
-Aaa üzülme ama!  Battı diye doğmayacak değil ya yeniden. Sana söz veriyorum, senin de gözlerinin içini yakacak güneş bir gün. İşte o gün elinden yakaladığım gibi getireceğim seni buraya. ‘Bak!’ diyeceğim ‘İnanmıyordun bana. Bak nasıl da göz-lerin yaşardı hemen. Güneş senin de gözlerinin içini yakacak mıymış bir gün?’
Köydeki sessizliği izlediler bir süre beraber. Yaz olmasına rağmen hala bacası tütüyordu birkaç evin. Dumanlar sahipsiz mavilikte yayılıp kayboluyordu birer birer. Bir minare uzanıyordu bu maviliğe doğru küçük kubbeli. Öyle pek ağaç bulunmazdı köylerinde; kurak yerlerdi buralar. Çok azı okumuştu köylünün; okumaktan kasıtsa elif ba… Parmakla sayabiliyorlardı köydeki evleri; bir, iki, üç, dört…  Büyük sanırlardı köylerini ama ne zaman bu tepeye, bu ağacın yanına çıksalar fark ederlerdi devede kulak olduklarını.

Leşçiler almıştı kurbanın kokusunu. Çoktan koyulmuşlardı kesilen sığırı didikleme-ye. Büyük bir zevkle koparıyorlardı her bir lokmalarını. Yine ziyafet günüydü onlar için Tanrı’dan armağan…

Güneşin karşı tepenin arkasına çekilmeye başlamasıyla yola koyuldular. Evden yarım saatliğine izin almışlardı; fakat bir saati çoktan geçmişti vakit. Zaten bilinirdi bir ortadan kayboldular mı iki saatten evvel eve dönmeyecekleri ama yine de merak edi-lirlerdi işte. Adımlarını hızlandırmış bir yandan da konuşmalarına devam ediyorlardı:
-Demek yine bir dönüş vakti sizin için ha? Bu en azından bir on ay demek.
-Maalesef dediğin gibi bir dönüş vakti bizim için. Her ne kadar istemesem de her yıl bir mecburi gidiş…
-Her şeye rağmen dönüşü olduğunu bilmek güzel bu gidişin. Hem biliyor musun ben o kadar da üzülmüyorum senin gidecek olmana?
-??
-Evet, üzülmüyorum çünkü on ay boyunca her gün senin yolunu beklemek, temmuzun hayalini gütmek, her yıl gelip birlikte bağladığımız çaputları beklemek beni mutlu ediyor. Sonunu bilmediğim günleri yalnız başıma boş boş yaşamaktansa en azından yeni yeni heyecanlar büyütüyorum.
-Aslında evet haklısın. Bu yönden düşününce benim için de kolay geçiyor on ay. Her yıl dileğimi yeniden düşünüyorum; acaba yine eksik olan neydi diye. Ve yine her yıl yeniden dileme fırsatı bulabildiğim için şükrediyorum.
Sonunda köye varmışlardı. Aslı’nın anne ve babası gitmeye hazır köyün girişinde onları bekliyordu. Artık bir on aylık ayrılık filmi daha başlıyordu ikisi için…
 
***
Aslı gitti gideli her şey aynıydı Zeynep’in hayatında. Tek bir an vardı dimağında kalan, Aslıların gidişi. Sanki gitmiyorlar da geliyorlarmış gibi hatırlamaya çalışıyordu bu anı. Aslı’ya sözü vardı; o yokken hem dileklerine sahip çıkacak hem de sanki o yanındaymış gibi davranacaktı. Neredeyse her gün ziyaret ediyordu ağaçlarını. Her geçen gün artıyordu ağaçta asılı duran düşler. Renk renk çaputlar bağlıyordu, renk renk insanlar her gün. Karaağaç öyle pek de güzel bir ağaç değildi ilk bakışta. Eğri büğrü hafif kalınca gövdesinden göğe doğru el açmış, sanki dileklerin kabul olmasını diliyormuş gibi görünen yine eğri büğrü onlarca dal çıkıyordu. Yaprakları yoktu; ama çaputlar, hazanda renk değiştirmiş sarılı kırmızılı yaprakları andırıyordu. Bu kurak iklimde bir ağacın bu kadar uzun süre kalabilmesi garipti. Yapayalnızdı, sanki nereden bakılırsa bakılsın görülebilecek gibiydi.
***
Tam dokuz ay olmuştu. Aslı’nın gelmesine bir ay bile yoktu artık. Yine gelmişti Zeynep bu ağacın dibine. Bu sefer amacı farklıydı; ne dileklerini korumak ne de yeni bir dilek dilemek. Elindeki kutuyu ağacın dibinde güvenli bir yere koyduktan sonra yanında getirdiği küreğe baktı uzun uzun. Amacı farklıydı bu sefer. Kazmaya başladı. Eşti, eşti, eşti… İyice derin kazmalıydı ki çabuk bulunmasaydı. Neredeyse su çıkacaktı açtığı kuyudan. Derinliğinden emin olduktan sonra kutuyu aldı eline. Ne varsa aklında, yüreğinde her şey bunun içindeydi artık…  Biliyordu bir gün yine bu ağaç sayesinde gerçekleşecekti dilekleri. Çok düşünmüştü neler koysam bunun içine, ne bırakabilirim bir diğeri için diye. Aslı’yı son görüşünde karar vermişti buna; o günden beri hep bunu düşünüyordu. Ve ancak bugün görebilmişti kutunun dibini. Tam kutuyu koyacakken çukura, çaputu koymayı unuttuğu geldi aklına. Bir parça çaput koyacaktı kutuya ve bu onun çaputtan düşü olacaktı. Bu çaputtan düş bir gün bir kuş olup uçacaktı güneşe. Güneş gözlerinin içini yakacaktı bu kuşun. Ve o zaman Karaağaç yapmış olacaktı görevini.
Gün dönmüştü; İzi yine kızgındı bugün. Daha delice akıyordu ırmak; kuşlar bugün daha bir yırtıcıydı. Kurtlar -açlıktan olsa gerek- acı acı uluyorlardı. Korkuyordu halk yem olmaktan bu sefer. Ne bir hayvanları kalmıştı kurban edecek ne de bir gönüllüleri. Halk yem olmaktan korkuyordu bu sefer.
Şimdi elinde küreğiyle köyün yolunu tutmuştu Zeynep. Kutuyu açtığı çukura iyice yerleştirmişti ve belli olmayacak şekilde kapatmıştı üstünü. Yalnız unutmamak için de kendince bir işaret koymuştu ağacın dibine. Güneşin kızıla boyadığı teninde yorgunluk hakimdi. Son zamanlarda iyice kötüye gidiyordu durumu. Kendini fazla yormamasını söylemişti köy hekimi ama bunu yapmak zorundaydı. Hem bu sondu, bunu kendi de biliyordu. Bir daha Allah bilir buralara böyle rahat gelebilir miydi?
Eve vardığında güç bela atabildi kendini yatağa. Adeta dizlerinin bağı çözülmüştü. Düşünmeye başladı… Doktor olacaktı, iyileşip doktor olacaktı ve kendi gibi zor durumda olanlara yardım edecekti. Tabi bunun için önce okuyabil-mesi gerekiyordu. Ailesinin durumunun iyi olması ve onu okutabilmesi gerekiyordu. Böyle yalnız kaldığında hep bunları düşünürdü. Önceleri en azından bir umut kuşu gibi kalbini çırpındıran bu düşünce, iyice yitirmişti benliğini. Şimdi sadece Aslı’yı düşünüyordu. Ya geldiğinde hayal kırıklığına uğrarsa? Ama olsundu, o gülsün de ne olursa olsundu…
                                                                       ***
Sabah olmuştu zor da olsa. Yeni bir günün güneşi yakıyordu bu sefer gözlerinin içini Zeynep’in. Artık bir haftadan az kalmıştı Aslı’nın gelmesine. Bugün dedesinin ölümünün yıldönümüydü; onu ziyarete gidecekti. Üzerini giyinip hemen mezarlığın yolunu tuttu. Mezarlık köyün biraz dışındaydı. Her gidişinde çok üzerdi dedesini uzakta bırakıp geri dönmek onu. Yaklaştıkça heyecanı daha bir artıyordu, çünkü çok şeyi vardı dedesine anlatacak. O kadar şey birikmişti en son gelişinden bu yana…
Mezarlığa vardığında önce uzaktan uzun uzun baktı dedesinin mezarına. Cesaretini topladı; sanki dedesi yaşıyormuş gibi hissedecekti, o şekilde anlatacaktı her şeyi dedesine. Toprağı adımladı yavaş yavaş. Dedesi şimdi karşısındaydı; halini hatırını sordu önce. Cevap vermedi dedesi; küskündü galiba biraz. Haklıydı, uzun zaman olmuştu onu görmeye gelmeyeli. O da olsa kırılırdı elbet. Başladı anlatmaya:
-Biliyorum kırgınsın bana… Haklısın da, gelemedim görmeye seni. Bilsen sen de hak verirdin ama. Hastayım dede; seni görmeyi, seninle dertleşmeyi ihmal edecek kadar hastayım. Hatırlar mısın, sana bir söz vermiştim? Büyüyecektim ve doktor olacaktım. Hasta kalmayacak artık dünyada, hepsini iyileştireceğim derdim. Olmadı dede. Keşke sana sözümü tutabilsem; ama bazen her şey insanın istediği gibi gitmiyor. Her dilek çabucak gerçekleşmiyor işte. Aslı’yı tanımıyorsun tabi sen; senden sonra tanıdığım en iyi arkadaşım. Her yaz geliyorlar buraya, asıl köyleri burasıymış; Karaağaç köyü. Beraber diliyoruz her yaz dileklerimizi, her yaz beraber çaput bağlıyoruz dilek ağacına. Bu yaz yapabilir miyiz, bilmiyorum?
Bir haftadan az kaldı gelmelerine. Söz vermiştik birbirimize yine bağlayacaktık birer çaput, yine birer dilek dileyecektik. Sanırım bu sözümü de tutamayacağım. Değil dilek dilemek oraya gidebileceğimden bile şüpheliyim. Ama bir hediyem var ona. Bir an önce gelmesini istiyorum. En azından onun dileği kabul olacak böylece. En azından onun yüzü gülecek bundan sonra… Hani bir hikaye anlatırdın bana. Babaannemin çaput sevdasının oradan geldiğini söylerdin. Hep zihnimde dönüp durur bazı yerleri:

“Ve İzi konuştu yine; ne olursa olsun istiyordu kurbanını. Kalmamıştı verecek hiçbir şeyi halkın. Halk korkuyordu bu sefer. Ve İzi konuştu yine; bağışlıyordu canlarını. Yeter diyordu bir parça at kılı veya bir bez parçası. Halkın içi rahatlamıştı şimdi. Dua ediyorlardı Tanrılarına.”
 Neyse dede, artık gitme vakti benim için. Yine bırakmak zorundayım seni buralarda yalnız. Yine gelirim diye söz vermeyeceğim bu sefer; yalancı çıkmak istemiyorum bir kez daha. Kendine iyi bak dede seni çok özlüyorum.

***
Aradan dört gün geçmiş,  annesi Aslıların erken döneceğini söylemişti. Zeynep’in durumu iyice kötüleşmişti artık. Yataktan kalkamaz olmuştu dedesini ziyaretinden bu yana. Aslı’ya söyleyecekti bugün o küçük sürprizini. İnşallah yüzünü güldürebilecekti bu sefer Aslı’nın. Annesine de anlatmıştı her şeyi; kesin kararlı olduğunu ne olursa olsun vazgeçmeyeceğini söylemişti üstüne bastıra bastıra. Nefesi yetmiyor çoğu zaman acı bir öksürük bölüyordu konuşmasını. Karşı çıktı annesi; ‘Hayır, diyordu, kesinlikle kabul etmem; böyle bir şey olmasına asla izin vermem. Kızımın gözlerinin başka bedenlerde gülümsemesine dayanamam ben!’ Aldırmadı Zeynep annesinin reddetmesine. Israr etti, son sözünü söyledi:
-Madem ben göremiyorum yaşamın devam ettiğini, bari gözlerim şahit olsun her gün doğan güneşe. Madem ben okuyamayacağım artık, bir çift kor olsun gözlerim okumak ateşiyle yanan. Sen de istemez miydin benden sonra da görsün gözlerim güneşi? Sen de istemez miydin bir parça varlığımın sürmesini? Senden ricam gel kabul et bu isteğimi.
Hayır diyemedi annesi artık; diyemezdi de biricik kızının hiçbir dediğine. Kabul etti biçare bu isteği ve gözleri yaşlı ayrıldı kızının yanından.
Annesinin peşinden bir araba sesi duyuldu bahçede. Zeynep’in heyecanı iyice artmıştı. Kapı hızla açıldı; Aslı’ydı gelen. Yüzü epey asıktı. Kapıda Zeynep’in annesinden duymuş olsa gerekti her şeyi. Oysa o ne kadar da neşeliydi gelirken. Annesi ve babasını zar zor ikna etmiş, hava kararmış olmasına rağmen daha kendi evlerine bile uğramadan direk buraya gelmişlerdi. Özlemişti Zeynep’i, çünkü en iyi o anlıyordu onu. Şimdi karşısındaydı Zeynep ama artık sevinemiyordu bile; en iyi arkadaşı hastaydı.
-Neden bana hiçbir şey anlatmadın? O kadar mı uzaktık biz seninle, bu şekilde mi öğrenecektim bütün bu olanları?
-Ne olur kızma bana. Biliyorum sana söylemeyerek seni çok üzdüm; anlamaya çalış lütfen! Bir karar vermiştik, yeniden görüşecektik. Nerden bilebilirdim ki bu kadar ilerleyeceğini? İyi olurum sandım, bu sefer sözümü tutabilirim sandım; nerden bilebilirdim? Ama yine de tutmuş sayılmaz mıyım? Bak yine beraberiz; sen yine beni görmeye geldin. Kaldığı yerden devam ediyor her şey; ağacımız sapasağlam, dilek-lerimiz yerinde duruyor, hatta yeni arkadaşları bile oldu bizim dileklerin. Sana söz verdiğim gibi güneş her gün başka ümitleri beslemek için doğuyor. Bakarsın yarın da bizim üzerimize doğar ha ne dersin?
-…
-Şimdi senden bir söz istiyorum; ne olursa olsun, hayat bize ne getirirse getirsin vazgeçmeyeceksin. Dileklerinin peşinden koşacaksın her zaman. Çaputtan düşün Karaağaç’ta sallandıkça çabalayacaksın.
-Sana kızamıyorum biliyor musun? Ne kadar istesem de olmuyor işte. Sen bana verdiğin sözlerin hiç birini tutmadın ama ben sana söz veriyorum; hiçbir zaman yılmayacağım. Görürsün ben sözümü tutacağım.
-O zaman yapmaya başla, beni sözünü tutacağına inandır ve yarın ilk iş gidip birer çaput daha bağla Karaağaç’a. Her şeyin güzel olmasını dile benim için ve kendi dileğin… Bence bu sefer kabul olacak dileklerimiz.
Sonra senden bir şey daha yapmanı istiyorum. Bir hediye bırakmıştım sana ağacın dibinde bir çukura. Onu al ve ona iyi bak. Ve ben olmasam da yanında sanki ben varmışım gibi davran. İşte o zaman inanırım senin verdiğin sözü tutacağına.
Zeynep iyice yorulmuştu bugün. Aslı’ya söylemek istediklerini söyledikten sonra uyuyakaldı birden. Aslı arkadaşını daha fazla yormak istemiyordu. Kendisi de epey yorgun düşmüştü zaten. Annesinin ve babasının yardımıyla çıktılar evden. Evin yolunu tutarlarken aklında Zeynep’in hediyesi vardı. Ne olabilirdi ki acaba?

Değil atları, at kılları bile kalmamıştı ama bir parçacık kurban etmek için. Sonra düşündüler başka ne olabilirdi İzi ’ye kurban diye. İçlerinden en bilgesi geçti ırmağın kenarında bir ağacın dibine. Gönüllü olacak, kendini kurban edecek sandı herkes ilk başta. Ama öyle olmadı; gömleğinden bir parça bez yırttı bilge. Ağaca döndü yüzünü önce, sonra da güneşe…

***
Sabah erkenden uyandı Aslı. Daha hava yeni aydınlanıyordu ve annesiyle babası uyanmamışlardı. Evin yanındaki eski kulübede bulduğu paslanmış bir küreği de yanına alarak ağacın yoluna koyuldu. Kalbi çarpıyordu. Bu sefer işi daha zordu; yanında Zeynep yoktu ve tek başına yolu bulmalı, tek başına bağlamalıydı ağaca çaputu. Acele etmek istiyor ama yapamıyordu, düşmek onu çok korkutuyordu.
Vardığında çabucak dileklerini diledi ve Zeynep’in anlattığı yeri eliyle bularak kazmaya başladı. Epey kazdıktan sonra kürek nihayet bir şeye çarpmıştı. El yardımıyla toprağın içindekini kavrayıp çıkarmayı başardı. Elindekinin bir kutu olduğunu anlaması uzun sürmedi. Çok heyecanlıydı, merak ediyordu acaba içinde ne vardı? Kutunun içine soktuğu eline iki şey dokundu; sanırım biri bir kasetçalardı ve biri de bir bez parçası. İyi de Zeynep neden dedesinin yadigarı en sevdiği şeyi Aslı’ya bırakmıştı? Şimdi merakı daha bir fazlaydı. Bez parçası sanırım yeni bir dilek içindi. Elini kasetçalarda gezdirdi; kavradığı düğmeye heyecanla bastı:
“Biricik arkadaşım Aslı…
Bana hala kızgınsın biliyorum. Ama sana söyleyemezdim. Seni üzmeye hakkım yoktu. Beraber bağladığımız çaputlar yüzünü güldürsün istiyorum artık. Bugün ikimiz adına belki de son çaputu bağladın, bu seni sakın üzmesin. Kutudaki çaput benden sonra bağladığın son çaput olmasın sakın. Sakın vazgeçme dilemekten. Mutlaka bulur dilekler sahiplerini. Sen yeter ki istemekten vazgeçme.
Şimdi kızgınsın ama ilerde sen de bana hak vereceksin. Güneş senin üzerine doğdu bugün. Gözlerim senin gözlerin olsun ve güneş senin gözlerinin içini yaksın istiyorum artık; bu benim çaputtan düşüm. Bu çaputtan düş bir kuş olup uçsun güneşe ve güneş yaksın bu kuşun gözlerinin içini. Ve Karaağaç yapmış olsun artık görevini…
Ben yokken kendine çok iyi bak arkadaşım. Benim için üzülme sakın, çünkü ben babaannemin ve dedemin yanında çok mutlu olacağım. Güneşin gözlerinin içini yakabilmesi dileğiyle…
Zeynep”
Aslı dinledikleri karşısında gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Sanki içinde kocaman bir canavar varmış da dışarı çıkmak için yırtınıyormuş gibiydi. Ağlamak, ağlamak içinde ne varsa dökmek istiyordu. Aklına Zeynep geldi. Gidip onu görmeliydi. Artık düşmek korkusu umurunda bile değildi. Koşuyordu, vakit kaybetmek aleyhineydi. Düşünürken birden köye vardığını fark etti. Sesler geliyordu Zeynepler ’in evlerinin tarafından. Şimdi içini derin bir korku kapladı. Ama bu sefer düşmek korkusu değil kaybetmek korkusuydu içini acıtan. Olamazdı, imkânsızdı! Zeynep sadece ufak bir hoş geldin şakası yapıyordu o kadar.
 Korku dolu yanaştı kalabalığa. Hiç içinden gelmiyordu öğrenmek. Birden tanıdık bir ses duydu. Ziynet teyzeydi bu; Zeynep’in annesi. Ağlıyordu, feryat figan içindeydi. O da çok iyi oynuyor gibi geldi rolünü ilk bakışta. Kulaklarını kapatıyor, daha fazla duymak istemiyor, katlanamıyordu buna Aslı. Aklını yitirmek üzereydi; nasıl olabilirdi bu? Nasıl olur da böyle aniden kaybedebilirdi her şeyini; hala aklı almıyordu.

İlk çaput bağlanmış oldu böylece. İzi gösterdi kanaatkarlığını halkına. Söz vermişti devam edecekti korumaya ülkelerini. Gök gürültüsü korkutmayacaktı hiç kimseyi; çağlamayacaktı ırmaklar delicesine bir daha; aç kurtlar ulumayacaktı artık acı acı… Ta ki son çaput bağlanana kadar dilek ağacına…

Ve ilk çaput bağlanmış oldu böylece… İzi rahat bırakacaktı halkı artık.

Ve masal bitmiş oldu böylece. Son bir düşle verilen son bir nefes misali…”

***
Zeynep’i çok sevdiği dedesinin ve babaannesinin yanına defnetmiş, herkes eski yaşantısına dönmüştü çoktan. Aslı hala kendini toplayabilmiş değildi. Artık her şey daha zor ama daha farklıydı onun için. Zeynep’e olan sözünü tutmak zorundaydı. Vazgeçmeyecekti ne olursa olsun ve o varmış gibi davranacaktı.
Şimdi doktordu Aslı. Elinden geldiğince izin vermiyordu kimsenin kaybetme-sine. Yine köyünün yolunu tutmuştu. Evlenmişti; bir tane de kız çocuğu olmuştu. Mutluydu ama içinde sonu gelmeyen hazin bir burukluk vardı. Gözleri hep yaşlıydı… Köyü göründü ufukta bir çizgi kadar keskin. Zeynep geldi aklına… Bu sefer ilk önce Karaağaç’ı görmeye gidecekti.
Güneş batmak üzereydi Karaağaç’ın yanına vardıklarında. Hiç değişmemişti ağaçları. Hala renk renk dilekler asılıydı dallarında. Yeni bir dilek diledi Aslı uzun zamandır cebinde taşıdığı çaputuyla. Arkasını döndü ve kızına seslendi:
-Zeynep, hadi kızım gidelim; güneş batmak üzere…
Güneşe baktı; güneş gözlerinin içini yakıyordu…

(Bu eser 2012 AB Öykü Yarışması’nda Samsun Bölge ikinciliğine layık görülmüştür.)  

Yazar: "Rabia YILMAZ - Samsun İbrahim Tanrıverdi Sosyal Bilimler Lisesi"

Yorum Yap