Adem'in Çocukları

İlk ben doğdum. Onun ayak izleri yoktu daha toprağın üzerinde.  
Havva’nın sütü yalnız benimdi.
Âdem’in dizleri yalnız benim.
Taze bozkır üzerindeki çiğ tanesi yolumu gözlerdi toprağa dokunmak için. Taşlar düz olur, çekilirdi ayaklarımın altından. Ağaçlar saklardı gölgeliklerini. Güneş değmezdi göl-geye, güneş bilmezdi tenimin rengini. Karıncaların yolu, benim izim. Kuşların kanadı atlas halılarım. Toprağa uzandım mı boylu boyunca yer benimdi, gök benim, ışık, renk benimdi tek benim.
Neden sonra karıncalar yollarını değiştirdi. Bekledim peşimden gelmelerini, gelmediler. Sendeledim ilkin. Bir gölge aradım. Gölgelikleri ikiye bölmüş bir demet ışık. Güneşin tenime dokunduğuydu o an ilk defa.
Koştum. Sarp kayaları aşarak. Bozkır çekiliyordu ayaklarımın altından. Bir şey vardı, bir şey olmuştu, bir şey fena halde katılaşıyordu içimde. Bir şey çekiyordu beni her gün uyandığım ama hiç bilmediğim yerlere.
Koştum.
Gördüm sonra.
Havva’nın göğsündeki.  
Habil.
-bekleyendi-
Bu ilk. Ellerimin titremesi umrumda değil. Gözlerimin kararması da. Gelecekler, biliyorum. Gelsinler! Onlar için hazırlanmadı mı bu ziyafet?Isınmak istemezler mi hiç bu kara kış günüde?
Onlar bilmezler. Mağaralar nasıl soğuktur, bilmezler. Beklemek çoğaltır mı zamanı, bilmezler. Kan nasıl buz tutar damarda, bilmezler, hiç bilmezler. Sona yürü-düğünü bilmek ne kadar azaltır geride kalanların ağırlığını, bilmezler.
Bilmezler. Varsın bilmesinler!
Bugün, burada öğrenecekler.
-beklenilendi-
İlk bile olsa bu…
Cümlenin sonunu getireceğim.
Yol uzun. Daha yürüyeceğiz. Kar diz boyu. O kadar sessiz ki herkes, omuzlarıma düşen kar tanelerinin sesi bile kulağımda.
Önden gidenler ara sıra arkalarına dönüp gülümsüyorlar. Gözlerimin içine bakarak çoğu kez. O zaman elimi kalbimin üzerinde gezdiriyorum. Duyuyorlar mı acaba?
Sus, diyorum gizlice, sus bak duyacaklar. Bu ilk ama üstesinden geleceksin sen. Hep bunun hayalini kurmamış mıydın? Ne şimdi bu mızıkçılık? Çocukluk değil mi yaptığın?
Dinlemiyor.
Hala deli gibi atıyor.

Habil’in o. Çok başka da olsa teninin kokusu, Habil’in. Saçları uçuşsa da, al yanaklarına dokunsa da Habil’in. Elleri minicik. Nefesi başka. Bu kız başka çok çoook başka. Ama benim değil bu kız. Benim değil. Habil’in. Habil’in içi titrer bu kıza baktıkça. Çünkü Habil’in bu kız. Benim değil. Habil utanır, bakamaz gözlerine. Kız sevinir, içi bir tuhaf olur. Benim içim ezilir. Geçer bir köşeye ağlarım. Toprağı yumruklayasım gelir. Ellerim kanar. Habil gelir, sarar yaralarımı. Habil bilmez ki o sardıkça kabuk tutmaz yaralarım.
O zaman Habil gözlerini yumsun isterim.
Yum Habil, yum kardeşim, hadi yum gözlerini artık. Habil’in gözlerinin ta içi gülümser.
Gülümseme Habil. Bakma gözlerimin ta içine.
Bakma.  
-saklanandı.-
Uzaktan Sonırmak’ın sesi gelir.
Sonra o düşer aklıma. Buz tutan kanım daha bir şevkle akar o zaman. Neredeyse                  öleceğime  üzülesim gelir.
O bilmiyor.
Birkaç hafta sonra eriyecek karların yanı başımdan dağ eteklerindeki köylere doğru akacağını bilmiyor. Sonırmak dolup taşar bahar gelince. Yine dolup taşacak. Sonırmak’ın tenim gibi kokacağından haberi yok daha. Olmasın. Anlar ki o. Tanır kokumu, ayrılmaz ırmağın kenarından. Annesi çamaşır yıkar zanneder de ses çıkarmaz. O, omzuna attığı şalı ıslatıp ıslatıp boynuna sarar. Yangınım geçer zanneder de avunur çaresizce.
Sonra nerede dağ zambağı görse içi titrer. Aklı Sonırmak’ın sularına karışır.
Aklı tenime karışır.
Yok yok.
Düşünmemeli bunları şimdi.
Beklemeli. Şu sıralar Dora’nın eteklerinden çıkıyorlardır. Yarım saate buradalar.
Yarım saat otuz dakika üç bin altı yüz sani...
-yol alandı-
Uzasın. İstediği kadar uzasın. Yol sonsuzluğa aksın isterse.
Bu yol O na gidecek ya sonunda, dizlerimin bağı umrumda değil.
Düşündükçe ılık bir şeyler doluyor içime. Çocukluğumdan beri hayalini kurardım. Hiç bu kadar güvenmemiştim kendime. Omzumda Zülfikar, boynumda künyem. Merminin kokusu bile başka. İstediği kadar tenime çarpsın deli rüzgâr, içim kaynadığı sürece mühim değil. Ne demişti Aslı, yüreğinin pervazları rüzgârı içeri almıyorsa doğru yoldasın demektir.
Hani olur da…
İşte o zaman en çok da şiirlerini özlerim Aslı!
Şiirlerin. Berrak bir ırmağın sesini dinler gibi. Kimseyi uyandırmamak için parmak uçlarında güneşin doğuşuna ilerler gibi.
Senin gibi Aslı.
Ben doğru yoldayım.
Bu yol eninde sonunda sana gider.
Bu yol vatana  gider.

Bakmıyor yüzüme.
Kardeş değil miyiz Kabil, diyorum. Duymuyor, duymazdan geliyor.  
Bir yanlış mı yaptım fark etmeden, diyorum. Bahçesini çapalamaya devam ediyor.
Ne zamandır böyle. Bahçesinden çıktığı yok. Kimseyle konuşmuyor.
En son tutuyorum kolundan. Gel, diyorum, bir şey var Kabil. Bir şey olmuş sana. Anlat hadi, anlat artık.
Atıyor elindekileri yere. Gözlerimin içine öyle bakıyor ki geriye doğru çekilmek zorunda kalıyorum. Sonra üzerime yürüyor. Omuzlarımdan tutup sarsıyor beni.
Senin değil o, anlıyor musun senin değil, diyor.    
O hep benim hakkımdı, diyor.
Tanrı öyle bir şey buyurmadı, diyor.
Kabil, diyorum dişlerimin arasından, Kabil sen…
-orada olandı-
Gelemediler bir türlü. Mühimmat soğuktan donacak neredeyse. Ama istihbarat sağlam yerden. Kaç kişi olduklarını bile biliyorum.
Önce ayak seslerini duyacağım.  
Kara saplanan adımlarını.
Sonra asker kokusu yaklaşacak mağaraya. Taze sabun kokusu. Belki kına kokusu da.
Avuçlarım kaşınacak.
En son nefeslerini de hissettim mi ensemde, pimler çekilecek.
Cayır cayır yanacağız. Tenimizin tuzu toprağa karışacak. Kurtulacağım ben de it gibi yaşamaktan. Sabah akşam ya mermiler yağarsa üzerime korkusundan kurtulacağım. Ölümüm birden olacak, seziyorum. İstediğim de bu değil mi zaten? Mağaraların iniltileri çınlamayacak daha fazla kulaklarımda. Dadaloğlu marşlarını da unutacağım. Dağlar da fermanlar da bırakacak yakamı.
-oraya gidecek olandı-
Bizi bekliyorlar. Dahası, onların bizi beklediğini bildiğimizi bilmiyorlar.
Benle yaşıt bir gençmiş bekleyen. Esmer. Benim gibi. Lakabı Saran. İki yıllık bir eğitimden sonra bizi ölüme davet eden canlı bomba. Beyni yosun tutmuş bir…
Garip. Bu tür eylemleri kalabalık caddelerde, iç içe geçmiş evlerin duvar diplerinde, insan siluetlerinin gölgesinde görmeye o kadar alışmışız ki! Şimdi soğuk, karanlık ve ıssız bir mağara kuytusunda… Hazırlıklıyız ama bu sefer. Her ne kadar ilk operasyonum olsa da ben de hazırlıklıyım. Biz mağaraya doğru ilerlerken bir grup da eylemin yönetildiği sözde merkeze baskın yapmaya hazırlanıyor.
Benle yaşıt şu Saran dedikleri.
Keşke…

Siz, dedi Âdem, siz…
Uzaklara bakıyordu.
Belki bir işaretti beklediği.
Ebabil kanatlarından haber soruyordu belki
Yok, konuşmuyordu dağlar, sürüler, başaklar konuşmuyordu işte. Kelime dedik-leri silinmişti zihinlerden. Geriye keskin bakışları kalmıştı Kabil’in. Kabil çaresizliğiydi Âdem’in. Cennette olmadıklarının ispatıydı besbelli.
Habil’e döndü yüzünü Âdem neden sonra. Habil’in bakışları yerde, her zamanki gibi.  Zaman Âdem’i sırtından vuran bir bıçak gibi. Senelerden sonra ancak hissettiriyordu keskin soğukluğunu. Toprağın soğuğu gibi değildi bu.  Rüzgârınki gibi de değil. Sanki... Sanki o gün gibi. Cenneti arkalarında bıraktıkları gün tenlerini ürperten o soğuk gibi.
Söz, dilin ucuna geldi bir zaman sonra. Beklediği, uğrunda gecelerce gözyaşı döktüğü haberdi yaprakların yeşilinde yankılanan.
‘En iyi ürünlerinizi, hayvanlarınızı seçin.’
-soğukkanlılıktı-
En iyi mühimmatı bu eylem için hazırladılar. Dönüm noktası olacak, diyorlar, bahar yeni gelecek dağlara.
Bahar çiçek kokularıyla birlikte kan kokusunu da getirir buralara. Çiçekler kızıla durur, toprak siyaha. Kaçsam gitsem, derim bazen baharın uğramadığı şehirlere de korkarım, kilitlenir bacaklarım. Gidemem.  
 -heyecandı-
En iyi askerleri bunlar bölüğün. Bir ben varım içlerinde acemi. Hareketlerime bakıp bakıp gülüyorlar. Bir de isim buldular ki sormayın. Yeni çocuk aşağı yeni çocuk yukarı! Bilmiyorlar ama beni özellikle görevlendirdi komutan bu operasyon için. Sen, dedi, sen hazır ol. İçindeki heyecanı görebiliyorum. Anneme söylemedim daha. Bilse uyuyamaz sabaha kadar. Aslı’ya söyleyecektim tam, bir şiir sarıldı boynuma ahizeden. Kıyamadım. Şiir hiç susmasın istedim.
Tuzu denizlerimin dudaklarından
Sendendir medcezirlerim
Surlarımı … dalga…
Dalgaların..
Neydi neydi! Unutamam ben o şiiri. Dalgalarım surların… medcezirlerim… Böyle miydi ki?
Olmadı. Yine Habil kazandı. Âdem bile sırtını sıvazladı Habil’in. Gülümsedi içten içe. Kız sevindi uzaktan uzağa, duaları kabul oldu diye şükretti ırmak kenarında gizliden.
Bir ben kaldım yalnız.
Sen doğduğundan beri yalnızım ben Habil!
Sen doğduğundan beri öfkeli.
Kaçsam uzaklara, kimsenin bilmediği yerlere, ırmak kenarlarına. Başka diyar var mıdır ki dağlar  ardında?
Habil’in olsun hepsi! Âdem, Havva, O, karıncalarım, kuşlarım, tarlalarım ne varsa bana ait!  
Hepsi Habil’in.
Ama yok, kolay değil öyle!
Kolay değil.
-ses sussun isteyendi-
Bir ses var. Bir ses. Geliyor buraya doğru. Ağaçların ardından. Sıyrılarak gecenin örtüsünden. Geliyor. Bir ses. Otların hışırtısı, uzak köylerin ayazda çarpan kapıları. Postal sesleri, asker nefesleri.
Taze sabun kokusu.
Kınaları, avuç içlerinde.
Geliyor.
Onlar gelince, benim görevim bitmiş olacak.
Onlar gelince ben gitmiş olacağım.
Vaz mı geçse… Sus! Sus! Bir duyan olacak! Bu kadar bekledikten sonra üstelik. Pimler…  Pimlerim…
-sesleri duymayandı-
İşte burası, diyor komutan, şimdi bir yem takacağız oltaya, yerlerse ne ala!
Ya yemezlerse komutanım, diyorum. Sesim gecenin karanlığında soğruluyor.
O zaman Allah kerim yeni oğlan, diyor. Sesi bir sert çıkıyor dudaklarından. Tırtıklı bıçaklarda bölünüyor gibi sesi.
Önümde onlarca asker. Boyunlarda künyelere tutturulmuş muskalar. Düşündükçe o muskalara bağlı umutlara, dualara bir şey olma ihtimalini, cesaret damarlarıma doluyor.
Ben, diyorum, ben önden gitmek istiyorum komutanım. Oltaya da yeme de ge-rek yok. Ben bakarım mağaraya. Orada biri varsa ve planımızı anlarsa buradaki tüm Mehmetçiklere yazık olur komutanım. Hem omzumda işte silahım. Orada biri varsa da üstesinden gelirim evelallah.
Atılıyorum öne. Komutan tutmaya çalışıyor kolumdan ama sıyırıp geçiyor sert elleri parkamı. Sesli bir şekilde bağıramıyor da. Fısıltıyla da olsa küfrediyor ardımdan.
Yaktın lan kendini, ne yaptığını zannediyorsun yeni oğlan.
Elimle aşağıdaki güvenli bölgeyi işaret ediyorum. Gözlerinde yanıp sönen ışıklarla dediklerimi yapmak zorunda kalıyorlar.
Omzumda silahım. Elim kalbimin üzerinde son kez. Allah’ım kalbimin sesini o duymasın bari diye geçiriyorum içimden. O da insan evladı değil mi? Belki ikna ede…
Haklılar, yeniyim ben daha. Çok toyum. Arkamdakilerin canını tehlikeye atabilir miyim hiç?
Mağaranın girişindeki böcekler sağa sola kaçışıyor ilk adımımla.

Kardeş değil miyiz Kabil, diyorum.
Aynı Havva değil mi annemiz, aynı Âdem değil mi bize yürümeyi öğreten?
Aynı ovada yankılanmadı mı sesimiz?  
Bensiz mutlu olacaksan at elindeki taşı yüzüme, durma.
Şunu bil ki benim elim sana kalkmaz.
Susuyor.
Sonsuza uzanıyor saniyeler.
Sonrası.
Bizim büyük sırrımız.

    (Bu eser 2012 AB Öykü Yarışması’nda Türkiye ikinciliğine layık görülmüştür.)
                            

Yazar: "Beyza Nur KILIÇ - Samsun İbrahim Tanrıverdi Sosyal Bilimler Lisesi"

Yorum Yap