Ben Mavi Kuşun Kanadıyım

Bugün renkleri öğrendik okulda.
Öğretmen, ‘Siz daha okuma yazma bilmiyorsunuz ama henüz gerek duymadığınızdan. Renkler öyle değil, öğrenmelisiniz muhakkak. Renk candır, hayattır. Renk damarlarımızdan akan kandır. Güneştir renk, denizdir, ağaçtır, kuştur. Özgürlük kadar güzel uçan bir kuştur hem de. Dünyaya yeni gelen bebeğin attığı çığlıktır kırmızı.  Bir evin bacasından çıkan dumandır gri.
İnsanların da renkleri vardır sonra. Ben turkuazım mesela. Gencim ben daha çok genç. Siz de öylesiniz bence. Hepiniz de birer turkuvazsınız benim gözümde. Genç, saf...’ dedi de hepimiz ağzı açık bakakaldık.
O, bizi okuma yazma bilmiyoruz zannediyor ama öyle değil. En azından ben biliyorum okumayı da yazmayı da. Tamam biraz ağır aksak kabul ediyorum ama olsun, öğreneceğim tam anlamıyla ikisini de. Yazıyorum bol bol. Nerede ne duyarsam kömüre çeviriyorum. Babamın getirdiği kömürden kalemlerle tabi ki de. Onlar da rengarenk. Babama da yazacağım. Süpriz olsun, biraz daha ilerletip öyle yazacağım onun için. Belki ona da anlatırım o zaman öğretmenimizin bugün anlattıklarını, renk-lerden bahsederim ona. Gittiği yerlerden bana renkler getirmesini isterim sonra. Bir de muhakkak ne demek onu sorarım babama. Öğretmenimiz söylemişti bugün. Bir yandan yazmaya çalışırken soramadım. Babam kesin bilir; hem sormadığım iyi olmuş öğretmene. Babama yazacak bir şeyim olmuş olur.

                    ***

Günlerden Pazartesi. Babam gideli tam altı yıl oluyor bugün.
Babam tam altı yıldır mavi.
Bir yılı daha varmış. Bu en uzunu gitmelerinin. Babam hiç bu kadar mavi kalmamıştı daha önce. Annemse uzun zamandan beri etrafta yemyeşil dolanıyor. Altı yıldır siyah üstüne yeşil puantiyeli. Siyah dediysem, harbi siyah. Komşular altı yıldır siyahlar. Annem de aksine yemyeşil. Sandığında görmüştüm çok küçükken. Bakıp bakıp iç geçirirdi o fistanına. Bazen ağlardı bile. Çok sever de giyemez, ona üzülür derdim kendi kendime. Ama gariptir ki altı yıldır üstünden çıkarmadan giydiği halde hala üzgün. Hatta ağlıyor bazen.
Ben avludayım, o mutfakta; yemek fokurduyor, ayağımdaki taş sekip sıçrıyor, annem hıçkırıyor.
Ben banyodayım, o avluda; bir gemi düdüğünü çalıyor, ben seviniyorum, annem hıçkırıyor.
Ben sokaktayım, o dere kenarında; dere şırıldıyor, ben gülüyorum, annem yine hıçkırıyor.
Anlayamadığım bir şeyler var gibi geliyor. Karar verdim bunu da babama soracağım. Gerçi beşinci mektubum da cevapsız kaldı ya; onu da anlayamadım. Halbuki ne de güzel yazmıştı ilk cevabını bana. İlk defa, babamın el yazısının kokusunu aldığımı hatırlıyorum. Daha önce hiç öyle olmamıştı. Belki dedim olmuştur da ben fark etmemişimdir, bir gün gidip gizlice koklayıverdim hocamızın yoklama defteri-ni. İki yıldır artık öğretmen değildi bizim Zeynep Hoca. Kulağımı tırmalar oluverdi öğretmen lafı, ben de diğerleri gibi hoca demeye alıştırdım kendimi. Bu daha büyük hissetiriyordu insana kendini. Ama yine de kokmuyordu Zeynep Hoca’nın yazısı hiçbir şey. En azından saçlarının arasından esen turkuvaz koksun isterdim yazısı. Zeynep Hoca çok genç, çok güzel. En son onu anlatmıştım babama. Babam gitmeden önce sormuştu da diyememiştim hoşlandığım biri olup olmadığını. Aman be dedim sonra, ne utanıyorsun sanki? Baban o senin, ona söylemeyeceksin de kime söyleyeceksin? Gizli gizli işler çeviren annen mi bilecek senin sevdiğin kadını? Tövbe, tövbe yalan diyen dudaklarıma. Aman olsun ki tövbe. Ben demem öyle şeyler. Demedim de. İnsan hiç hocasından sevdiğim kadın diye söz eder mi? Ben turkuazım diyen kadına sen kırmızısın denir mi hiç? Denmez! Ben de demedim. Onun yazısı turkuvaz koksaydı sadece.  Babamınki mavi kokuyordu çünkü, babam maviydi genellikle. Zeynep Hoca da turkuvaz. Yine de yazısı turkuaz kokmuyordu Zeynep Hoca’nın. O akşam uyumam için bana verdiği yeşil ayıcık turkuaz kokuyordu ama. Hem de o kadar çok kokuyordu ki, beni o akşam alıp kendi evine götürdüğü evimizdeki kırmızıyı unutturmuştu bile bana. Bizim ev kırmızıydı, Zeynep Hoca turkuaz, ayıcıksa yeşildi. Ben başından beri turuncuyum.

                    ***

Mavi kuş o günden beri hiç görünmedi ortalıkta. Gökkuşağında da hala kahverengi belirmedi.

                    ***

Bu adamlar da kim böyle? Nereden çıkıverdiler birdenbire? Tam da yakalayacaktım o mavi kuşu. Tuzağı da ne güzel gizlemiştim çalıların arasına. Al işte onu da mahvetti-ler. Hep ezmişler canım tuzağımı. Oysaki ben ne kadar da uğaşmıştım onu yapacağım diye. Bu sefer kesindi, yakalayacaktım o kuşu. Yetti artık tepemizde uçup durduğu. Sıkıldım gelmesini istemiyorum. Ya da gelsin bizimle yaşasın. Yok öyle bizden renk çalmak. Bir gün gördüm, tam bizim avlunun tepesinde uçuyor. Gagasında bir tutam kahverengi, bizim avlunun toprağınınkinden hem de; gökkuşağının yolunu tutmuş. Biz sanki gökkuşağında kahverengi olmaz bilmiyoruz. Bizi kandıracak aklı sıra. Taş attım ardından, çok bağırdım, çok söylendim: Kötü kuşssun işte, kötüsün. İyi olan hiç başkasının rengini izinsizce alır mı? Tabi ne duydu ne cevap verdi mavi kuş. Zeynep Öğretmen demişti zaten, kuşlar konuşmaz diye. Allah’tan konuşmuyorlar, konuşsalar kimbilir daha ne fenalıklar yapacaklar. Belki de turkuazı sevdiğimi yetiştirirlerdi hemen herkese. Duymaması da konuşmaması da iyi olmuş kuşların. Beyaz işinin eriymiş anlaşılan.
Ne kuş ne de tuzak kalmadı ortalıkta. Sadece dört beş çift sarı geçiverdi gözümün önünden, o kadar. Babamın sarılarından. Ben babamın boynuna atılmadan önce, annemin kapının önünde çıkarılmasını istediği sarılardan. Benim banyodaki sabunum gibiydi renkleri. Hiç eğilip bakmamışım babamınkilere şimdiye kadar. Bir yıla kalmaz gelir babamın sarılar da. O zaman bol bol bakarım yakından. Hem bu sefer gelişinde daha çok kalacak, öyle söz vermişti bana. Dur bakalım önce bir mektubuma cevap versin de ona göre bakarız. Muhakkak ne demek hala çok merak ediyorum. Ben ona mavi dedim, bakalım o bana ne diyecek. Bence ben turuncuyum. Ne yere o kadar yakınım kahverengiyim diyeyim, ne de güneşe o denli uzak. Yok yok ben kesin turuncuyum.
Ortalık git gide kalabalıklaşıyor. Ben giden kuşa üzülüyorum, bir de mahvolan tuzağıma. Sarılar geldiler, ardından daha koyu renklerdi gelenler. Koşuşan etekler tozu dumana katıyor benim avlumda. Benim, günün tüm renklerinde babamı beklediğim avlum, toz duman içindeydi şimdi. Kızdım bütün renklere o gün. Çünkü avluya giren etekler rengarenkti. Ağladım. Gözüme bir sürü toprak dolmuş, gözyaşlarım çamurlaşmıştı iyice. Sonra turkuaz koktu burnuma, Zeynep Öğretmen’in turkuazı bu. Kucağına aldığı gibi sıkıca göğsüne bastı başımı. Göğsü beyazdı; süt beyaz hem de. Anneminkiler gibiydi biraz sanki. Gerisini  bilmem de anneminkiyle aynı renkti eminim. Önümü göremedim hiç ama, hızlıca bir yerlere götürüyordu beni. Bir ara yağmur başladı sandım. Saçım sırılsıklamdı çünkü. Sonra hırçın hırçın atıverdi göğsü turkuazın. Annem de aynı böyle olurdu geçtimiydi çam oyması sandığının başına; işte aynı böyle. Göğsü bir kalkar, bir inerdi sessizlik içinde. Ne duydum turkuazın sesini, ne de gördüm yağan yağmuru. Sadece bu gidişle gökkuşağı çıkar gibi geliyor bana. Güneşin kızdırmasına rağmen, ben kafamı çok ıslak hissediyorum. İnşallah bu sefer kahverengi de olur gökkuşağında. Yoksa o kuşun benden çekeceği var. Nereye götürebilir bizim toprakların rengini ki başka?

Yazar: "Rabia YILMAZ - Samsun İbrahim Tanrıverdi Sosyal Bilimler Lisesi"

Yorum Yap