Yıllanmış Nehrin Sakladıkları

Güneş, yakıcı suretini gösteriyordu yine bakır zirvelerin ötesinden. Buz mavisine çeviriyordu gökyüzünü yavaş yavaş koyu karanlıktan. Ağustosun başlarıydı. Sıcaktan alnına yapışmış ıslak saçlarıyla, ince ancak kuvvetli bedeniyle, açık mavi gözleri ve güneşin sabırsızca tenine huzmettiğine kanıt, hafif kırmızı kol ve bacaklarıyla sevimli bir çocuk, bahçelerindeki iki horozun da sanki anlaşmış gibi aynı anda ötmesiyle, yatağından sıçrayıverdi. Henüz altısına yeni girmişti Osman. Kendisini büyümüş ve bir o kadar da hayata hazır hissediyordu. Küçücük çocuk nereden bilebilirdi ki kaderine yazılanları. Yaşayacaklarından bihaber, küçük dünyasındaki büyük hayalleriyle adım adım ilerliyordu hayat yolunda umarsızca.
Saatin kaç olduğunu merak etti Osman. Ancak içi buruk bir acıyla sızladı. Babasından kalan tek hatırayı, gümüş kordonlu saatini en yakın arkadaşı Ashraf’la nehir kenarında oynarken suya düşürmüştü. Suyun heyecanına kapılan saatin peşinden koşmuştu iki küçük çocuk, nefessiz kalana kadar. Nafile. Saat de birkaç tozlanmış anıyla birlikte suyun berraklığında karışmıştı çoktan.
“Sahi Ashraf nerede? Acaba uyandı mı? Gitsem ayıp olur mu ki? Kapılarının önünde otururum. Ama annem de kızar şimdi, bu saatte gidilir mi komşunun evine yahu...”
 Ashraf, annesi ve babası ile Fransa’dan gelmişti tam iki sene önce mahallelerine. Annesi Türk, babası siyahî bir Fransız idi. Oradaki hayatlarını devam ettirmek istiyorlardı ancak maddi durumlarının kötü olmasından dolayı Ashraf’a bakmak çok zor geliyordu ikisine de. Ashraf ile Osman akran sayılırlardı. Annesi ve babası geldikleri günün akşamında küçük oğullarına veda ederek geri dönmüşler, dört yaşındaki küçük çocuk ve yaşlı anneannesi Safiye Hanım beraber yaşamaya başlamışlardı. Ashraf, çok zorlanmıştı ilk aylar. Adı bile değişmiş, Eşref olmuştu. Ta ki Osman’la tanışana kadar.
“Yıllanmış nehir şahit oldu. Biri siyah, biri beyaz iki küçük çocuğun ebedi dostluğuna.”
Osman doğruldu yatağında. Akşam annesinin bin dertle sürmeye çalıştığı merhem etkisini göstermiş, güneşin amansızca yaktığı vücudunun acısı dinmişti.
“En iyisi kahvaltımı yapayım, öyle gideyim Eşref’in yanına. Annem de sahanda yumurta yapacaktı. Çok da acıktım. Hem o zamana kadar uyanmış olur herkes…”
Aheste hareketlerle kalktı sıcak yatağından. Avluya çıktı. Güneş gözlerini kamaştırmış, mayhoş bir bulanıklık hediye etmişti göz çukurlarına. Gözlerini kırpıştırdı Osman. Çeşmenin önünde durdu ve soğuk suyun yüzünü yalamasına izin verdi. Suyun tatlı serinliğine kapılan Osman, annesinin sesiyle elindeki tası düşürüverdi bah-çeye. Ana oğul bir güzel gülüştüler. Sabaha neşeli başlamanın mutluluğunu içinde hisseden anne, küçük oğlunu kolları arasına sardı ve telaşsız adımlarla huzur kokan evlerine doğru yürüdüler.
“Yıllanmış nehir önemliydi. Biri siyah biri beyaz iki küçük çocuğun saf sevgisine şahit oldu senelerce. Orası iki küçük çocuğun hayallerini yaşatmak istediği yerdi. Yaşattığı yerdi. Umutlarının yeşerdiği yerdi. Şahitti yıllanmış nehir. Ve şahit olmaya devam edecekti.”
Osman, karnının tatlı tokluğuyla hissizleşti ağustos sabahına karşı. Bastıran uykusuna aldırmayarak, ayakkabılarını giymeye başladı. Annesi seslendi yine:
-Nereye Osman’ım?
-Eşreflere anneciğim, nehir kenarına ineriz yine. Merak etme.
       
Arkadaşına kavuşacak olmanın heyecanıyla koşarak çıktı evlerinin kapısından. Uzaktan Eşref göründü. Osmanı’ı görünce o da koşmaya başladı. İki küçük çocuk, evlerini birleştiren taşlı patikanın ortasında buluştular. İçlerine dolan sevinç, her şeye bedeldi. Küçük adımlarla nehir kenarına giden yolu yürümeye başladılar.
“Yıllanmış nehir mutluydu. Biri siyah biri beyaz iki küçük çocuğun kendisini yuva edinmesine şahitti. Yıllanmış nehir Osman’ındı, Eşref’indi! Onlarındı!”
Önce Osman uzandı sert çakıl taşlarının üzerine, peşinden de Eşref. Çoraplarını çıkarıp, terlemiş ayaklarının berrak suda yıkanmasına izin verdiler. Nitekim hafif aksanlı konuşmasıyla Eşref bozdu bu sessizliği.
-Sence huzur bu mu Osman?
-Biz öyle istersek neden olmasın?
-Bana kırgın mısın? Benim yüzümden babanın saatini düşürdün.
-Olur mu öyle şey? İnsan kardeşine kırılır mı hiç? Yaptık bir hata. Saatle birlikte babam da kaybolmadı ya.
Güneşin acımasız ışık parçalarıyla sersemlemiş derin maviliği gösterdi Osman küçük parmaklarıyla.
-Bak, orada babam. Gökyüzüne karışmış. Beni izliyor.
Sessiz kaldı Eşref. İyi bilirdi yokluğu. Üç yıl olmuştu, annesi ve babasını görme-yeli. Anlıyordu kardeşini. Tekrar konuştu Osman.
-Yarın okul başlıyor. Heyecanlı mısın?
-Evet, biraz tedirginim de. Sence bana alışabilir mi insanlar? Sevebilirler mi beni senin gibi?
-Hepimiz insanız Eşref, Âdem’in çocuklarıyız biz. Farkımız ne? Elbette severler ama benim gibi değil.
Yine sustu Eşref. Belli etmiyordu Osman’a ama endişeliydi. Biliyordu ki, herke-sin bu cihanda eşit olduğunu kabullenmekten acizdi insanlar. Acımasızdı ve canını yakacaklardı. Hissediyordu. Ancak geldiği günden beri ona sebepsizce sahip çıkan, hem annesi hem babası olan bu çocuğa söyleyemezdi bunu. Borçluydu ona. Kafasını kurcalayan bu düşünceleri ona açmaya hakkı yoktu. Üzemezdi onu! Hak etmiyordu!
“Endişeliydi Osman. Az çok tanımıştı insanları. Ön yargılarını, yaptıklarını ve yapacaklarını tahmin edebiliyordu. Zorluk çıkaracaklardı kardeşine. Canını sıkacakları dışlayacaklardı. Nankörler! Ama belli etmemeliydi Eşref’e. Ailesiz olmanın ne demek olduğunu biliyordu çünkü. Huzuru, dostluğu ve sevgiyi tattığı bu küçük siyah çocuğu yetim bırakmayacaktı!”
Güneş yine yükseldi Kazancı beldesinin tepesinden. Sakin bir Pazartesi sabahıydı. Okul heyecanıyla dolan küçük talebelerin gülüşmeleri ve bağrışmalarını saymazsak tabii. Osman ve Eşref de onlardan biriydi. El ele tutuşmuşlar, sırtlarında okul çantaları, okul yolunda ilk adımı atmanın sevinciyle yürüyorlardı sabırsızca. Okula vardıklarında yaşadıkları heyecan anlatılmazdı. Kazancı beldesinin tek mek-tebiydi burası. Tüm çocuklar tanıdık sayılırlardı. Bakkal amcanın oğlu Mustafa, kasabın kızı Ayşe, amcasının kızı Fatma… Kendini kaptıran Osman, Eşref’in kapıda durduğunu fark etmedi. Nitekim, geri döndüğünde dolu gözleriyle Eşref’i gördü okulun demir kapısında. Koşarak gitti kardeşinin yanına.
-Eşref ne yapıyorsun burada? Hadi gel tören başlayacak.
-Osman ben gelmesem olmaz mı? Zaten geleceğim belli değil benim. Okumak bile fazla bana.
-Üzme beni Eşref. Gel hadi. Her şey güzel olacak ikimiz için de! İnsanların düşünceleri önemli değil bizim için!
İstemeyerek elini tuttu Eşref, kardeşinin. İkisi birlikte tüm öğrencilerin toplandığı bahçeye yürüdüler. Müdürün kalın sesi tüm okulun duvarlarında, tüm ağaçların gövdelerinde yankılandı.
-Günaydın çocuklar!
“Hayallerimdeki yerdeyim sonunda. Burası benim geleceğim! Burası benim hayatım! Burası bizim Eşref! Burası bizim kurtuluş yolumuz! Okuyacağız, yardımcı olacağım sana! Burası bizim Eşref!”
Hayatının en güzel gününden mahrumdu Eşref. İlkokul gününün heyecanını yaşayamıyordu. Kor gibi düşmüştü yüreğine. Yalnız hissediyordu kendini. Yalnız ve çaresiz.. Olsun, Osman için dik duracaktı!
Garip bakışlı bir sürü göz Eşref’i izliyordu. Adımları sıklaştı ve sırasına oturdu. Kafasını kaldıramıyordu korkusundan. Biri bir şey derse diye. Nitekim merakına yenildi, kaldırdı kafasını. Sınıfa girdiğinde üzerine düşen meraklı gözler, eski hayatlarına dönmüştü. Kimse ilgilenmemişti Eşref’le. Sevinmek mi gerekir, üzülmek mi bilemedi Eşref. Hiçbir şey olmamış gibi davranmaya başladı. Sınıfı incelemeye karar verdi. Anneannesinin gözleri dolarak büyük bir aşkla anlattığı o büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün portresini, ihtişamlı Türk bayrağını, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni ve İstiklal Marşı’nı inceledi tek tek. Atatürk dedikleri kişi, büyük biri olmalıydı. Sebepsiz seviyordu onu. Yaptıklarını bilmiyordu ama koskoca anneannesi Deli Safiye Hanım’ı ağlattığına göre nice işler başarmış olmalıydı.
Genç bir bayan hoca girdi içeri. Uzun boylu ve güzeldi. İçi sızladı Eşref’in. Annesine benziyordu kadın. O kadar çok bakmış olacak ki genç muallim Eşref’le göz göze geldi.
“Gülümsedi melek. Gülen gözleriyle baktı Eşref’e. İçi aydınlandı küçük siyah çocuğun. Yılların yoksunluğu doluverdi bir parça. Tüm özlemini akıttı çocuk gözleriyle öğretmenine. Kan ağlayan içi durulmuştu. Endişeleri, yerini bir nebze huzura bıraktı. Ta ki...”
-Hey sen! Arkadaki siyah çocuk. Kalk bakalım ayağa!
Her okulda da olan ilk günün tanışma faslını unutmuştu Eşref. Öğretmenin ısrarla gözlerine bakması bu sebeptendi demek ki! Hissettiği derin hayal kırıklığını gizleyerek ayağa kalktı. Birkaç küçük, Eşref ayağa kalkınca gülüştüler.
-Adım Eşref. Aslında Ashraf ama anneannem Eşref dedi bana. Şimdi herkes öyle çağırıyor beni.
-Nerelisin sen?
-Fransa’dan geldim öğretmenim. Annem Türk, babam Fransız. Türk’üm ben!
Alaycı bir gülüşle karşılık verdi öğretmen. Bu cevap yetmişti Eşref’e. Gözleri doldu. Yapmamalıydı! Söz vermişti Osman’a. Bu aciz insanlara güçsüz olduğunu belli etmemeliydi. İçindeki yangını vurmamalıydı dışarı!
“Acaba Eşref ne yapıyordur şimdi? Lütfen iyi olsun. Onun mutsuzluğu benim mutluluğumu yok eder! İkimizde mutlu olmalıyız, söz verdik birbirimize…”
Büyük bir hızla dışarı attı kendini sınıftan Eşref. Ders bitmişti sonunda. Nefes almaya ihtiyacı vardı. Yalnız kalmaya… İsyan etti içinden. Bunları hak edecek ne yapmıştı? Ne günah işlemişti sekiz senelik hayatında? Bir yanlışlık olmalıydı. Ya insanlarda ya da kendisinde!
Osman’ın sesiyle sıçradı yerinden. Ah nasıl da rahatlamıştı içi, tanıdık ve bilindik birini görünce. Ah nasıl mutlulukla dolmuştu içi, bozulmayan ve bozulmayacak dostluklarıyla!
-Nasıldı ilk dersin?
 -Güzeldi.
Ama güzel değildi. İçinden annesi ve babasına kızmak, bağırmak geliyordu. Onlar onu bu hayatın içine atıp gitmişlerdi. Çoğu kez anneannesine sormuştu; “Ben çok yaramaz bir çocuk muydum nene? Annemle babam neden bırakıp gittiler beni?” Yaşlı kadın biliyordu biricik torununun mutsuz olduğunu. Kızına hala kızgındı. El kadar çocuğu bir başına bırakmıştı acımasız hayatın kollarına. Dinletemedi lafını, içi saflıktan dolan bu küçük çocuğu korumasız bırakmışlardı. Biliyordu Eşref, bir gün elbet mutlu olacaktı. Ama küçük dünyası kaldırmıyordu yetimliği ve aynı dünyada farklı biri olmayı!
“Yıllanmış nehir şahitti. Biri siyah biri beyaz iki küçük çocuğun mutsuzluğuna! Mutlu olmaya çalışmalarına. Birlikte!”
Aylardan Eylül olmasına rağmen havada buruk bir sıcaklık vardı halen. İki küçük çocuk her zamanki yerlerine gittiler okul bitince. Nehir kenarına... Ah o nehir... İkisi de rahatsızdı. Sırtlarını acıtan sert taşlara aldırmadan koyuvermişlerdi hayatı. Suya değen ayakları rahatlatmaya başladı bedenlerini. Nedensiz gülmeye başladılar. Karınları ağrıyana dek saatlerce güldüler kahkahalarla.
“Yıllanmış nehir şahitti. Biri siyah biri beyaz iki küçük çocuğun umursamazlığına! Yutuyordu kahkahalarını. Saf suya karıştırıyordu saf sevgiyi. Herkes şahit olacaktı. Saf suyla birlikte saf sevgiyi de içeceklerdi! Biri siyah biri beyaz bu iki küçük çocuk tüm dünyaya sevginin ve kardeşliğin ne demek olduğunu öğretecekti! Birlikte!
“Bir sürü yaşanmışlıklara şahit olmuş bu yosun kokan nehir, iki küçük çocuğun gözyaşlarına kucak açıyordu şimdi. Birinin siyah, birinin beyaz olmasını umursamayarak, dünyaya nispet iki küçük gölgeyi de siyaha çeviriyordu durgun su üstünde. Yıllanmış nehir, iyi biliyordu dostluğu. İyi biliyordu sevgiyi, kardeşliği. Şahit oldu yine. İki küçük çocuğun el ele tutuşmasına, masum hayalleriyle birbirlerine sonunu düşünmeden söz vermelerine, iki küçük çocuğun tüm önyargıları silerek insanlığa ders vermesine! Biri siyah biri beyaz, iki küçük el birleşti kızgın güneşin altında! Biri siyah biri beyaz, iki küçük beden sımsıkı sardı birbirini kuş cıvıltıları eşliğinde! Küçük siyah çocuk uzaklaşırken koşarak, küçük beyaz çocuk tek tek döktü gözyaşlarını yıllanmış nehire. Ve yine şahit oldu yıllanmış nehir, küçük beyaz çocuğun bitmemiş ve bitmeyecek umutlarına!”

(Bu eser 2013 AB Öykü Yarışması’nda Samsun Bölge ikinciliğine  layık görülmüştür.)  

Yazar: "Aylin ÇENDEK - Samsun İbrahim Tanrıverdi Sosyal Bilimler Lisesi"

Yorum Yap