RÜYA GECESİ

Güneşli bir gece, sabahları selamlarken… Uzun yollar, gülümserken kavuşamayanlara… Sıkıcı bir hikâye başlar ve devam eder karanlıklarda…

“Yakamoz ne kadar güzel, öyle değil mi?” diye sordu arkadaşına. Yanındaki bilimci, yeni icadın sorunlarını düşünmekteydi. “Evet, öyle” diye geçiştirdi onu. Soruyu soran biraz bozulmuştu, “Neden böyle düşüncelisin?” diye sıkıştırdıysa da, bu sefer cevap dahi alamadı. Bulutlar ay ışığını perdelemeye başlamıştı. Yakamoz kaybolup, gece ilerlerken, hava gitgide kararmaktaydı. Serin ve karanlık geceden sıkılan genç adam, mucidi kendi sorunlarıyla baş başa bırakmaya ve dönmeye karar verdi. “Ben gidiyorum” dedi sessizce ve cevap beklemeden yola koyuldu.

Bu canı çıkasıca araştırma laboratuvarına varalı üç gün olmuştu. Asırlar geçmiş gibiydi ve yapacak iş yoktu. Bilim insanı değildi, olmayacaktı da zaten. Kendi halinde, genç bir karikatürcüydü ve medeniyetin üretildiği böylesine medeniyetten uzak yerlerden hoşlanmıyordu. “Tek nedeni,” diye düşündü, ”miras meselesini halledebilmek. Sonra mümkün olduğunca çabuk kaçıp kurtulurum.” Odasına varmasıyla, uykuya dalması bir oldu.

Ertesi sabah, ansızın uyandı. Ardından, sabah olmadığını anladı. Öğle vakti saat üçtü ve yine aynı keçi hiç susmadan ötüyordu. Kapıya doğru yürüdü. Kapının kolu, başının üstündeydi ve kapıyı açmak için tavana tırmanması gerekiyordu. Neyse ki, kapıyı açar açmaz yerçekimi değiştiricisini buldu. Dış dünya, bulutlar üstünde bir hülyaydı, bütün evler şeffaf, cam tuğladandı ve herkesin ne işler çevirdiği görülebiliyordu. Tavşanlar, uçarak kulaklarını kemirmeye çalışıyordu. Martılar, bulutlardan kopardıkları parçaları afiyetle yiyordu. Amcaoğlu Ercüment de kopardığı bulut parçalarını martılara atıyordu. “Eh, biraz normalleşmiş” diye söylendi. Yürümeye devam etti ve araştırma laboratuvarına ulaştı. Bütün deneyler, araştırmalar, projeler ve bilim içerideydi. Dokunmasıyla iki ağır demir kapı, ortadan yok oldu. Elini kolunu sallaya sallaya, rüyasında göremeyeceği merkezde dolaşmaya başladı.

İlk bulduğu tipler deneklerdi. Bilimciler tatildeydi herhalde ancak denekler bu haklardan yoksundu. Hele bazıları, kobay fareler olarak görülüyordu.

Bazıları mışıl mışıl uyurken, koca bir miğfer gibi başlarında duran alet, rüyalarını kaydediyordu. Bilim insanlarının planladığı, rahatsız insanlarda yapay güzel anılar oluşturabilmekti. Bunun için de, devasa bir “rüya arşivine” ihtiyaçları vardı. Kobayların yatakhanesinden ayrılıp, kontrol odasına doğru ilerledi. Tek yapması gereken, yıkılmazmış gibi görünen kapı yokmuşçasına yürümekti. İçerdeki bütün bilgisayarlar kapalıydı ancak “zihin gücü” bu soruna da çare oldu. Şifreler kendi kendine yazıldı ve en gizli belgeler, karşısına dizildi. ”Bu işi sevdim!” dedi sevinçle. Tabii ki sesle komut biriminin açık olduğunu bilemezdi. Aynı zamanda gizli parolanın da bu olduğunu düşünemezdi.

Böylece, bütün rüya deneyleri nihayete erdi. Kontrol altındaki denekler, iyi-kötü bütün rüyaları zihinlerine nakşettiler. Olabilecek en kötü anılar da böylece hafızalarda yer edindi. Olanları görünce, ne yapacağını şaşırdı, belki işe yarar diye tüm düğmelere bastı. Sonuçta radyo dalgalarıyla bütün bir şehri rüyaya boğdu…

Bu büyük sorumluluktan kaçmak istedi. Hızla bilim merkezinden uzaklaşmaya başladı. Şehrin uzak bir tepesinde, ormanlarla kuşatılmış bilim merkezinden bayır aşağı koştu. Yol aydınlıktı ancak yine de ürperticiydi. Karanlık ormandan bir tehlike beklenebilirdi. Paranoyak düşüncelerle dolup, gayrete geldi. Hayatının koşusunu tutturdu. Öyle ki, hiç olmadığı kadar hızlı ve terlemeden aştı karanlık orman yolunu. Ana yola vardığında, kendisini en azından komşu kasabaya kadar götürecek birini beklemeye başladı. Bariyersiz yolun son şerit çizgisinin hemen yanında dikiliyordu. Ayaklarının dibinden bir gölgenin akıp gittiğini kuvvetlice hissetti. Bunun bir araba olduğunu anlaması, fazla vaktini almadı. Peşinden koşup bağırarak, kendini belli etmeye çalıştı. Bunun üzerine araba, o yüksek hızda drift atarak döndü ve son sürat üzerine doğru gelmeye başladı. Son anda ormana doğru atladı da ezilmekten kurtuldu. Araba hız kesmeden yoluna devam etti. O’ysa, düştüğü yerden söylendi: ”Farlarını yakmayan bir arabadan daha ne beklenir ki?” Peşinden daha önemli soruyu sordu: “Bir araba, farlarını yakmadan nasıl gidebilir ki?”

Çok büyük bir hata yaptığını anlamıştı. Sabaha her şeyin düzeleceğini ümit ederek güvenli bir sığınak aramaya başladı. En basitinden, oldukça yüksek görünen hemen altında oturduğu ağaca tırmanmayı tasarladı.

Neyse ki, ağaca insan eli değmemişti. Ta orman tabanından başlayan çarpık dallar, ağacın tepesine kadar merdiven gibi uzanıyordu. Tırmanması birkaç saniye sürdü. Şimdi biraz olsun huzurlu hissediyordu.

Uzaklardan bir ses duydu. Oturduğu daldan zıpladı. Neyse ki, ağaçlara tırmanmakta ustaydı ve en yüksek dala kadar çıktı. Sesin geldiği tarafa baktı. “Evet işte, yalnızca siyah bir panter” dedi umursamadan. Birkaç saniye sonra, panterin oturduğu ağaca yaklaşmasıyla, giderek artan şiddette titremeye başladı. “Eğer beni gördüyse” dedi kendi kendine, “bu rüya burada bitecek."

 

Yorum Yap